Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet
Pazar İlavesinde “Erkekler Saltanatının Sonu mu?” diye bir yazı çıktı. Bu yazı,
erkeklerin giderek daha az gerekli bir cins haline geldiği ama kadınların eğer erkekler kendilerini
yok etmezlerse yine de onlara kucak açmaya hazır oldukları sözleriyle bitiyor. Böyle bir başlık, pek
çok erkek tarafından, “saltanat aslında hep kadınlarındı çünkü ipler tarih boyunca hep bir
şekilde kadınların elinde olmuştur” diye de yanıtlanabilir. Ama durum, bir başka açıdan erkek
için gerçekten de vahimdir!
ERKEK BEYNİNİN
KIRILGANLIĞI
Son bilimsel veriler ve klinik
gözlemler erkek beyninin çeşitli gelişimsel sorunlar karşısında son derece kırılgan olduğunu
göstermektedir. İlk kez çocukluk çağında fark edilen ve davranış sorunlarıyla karakterize pek çok
gelişimsel bozukluk ağırlıklı olarak erkeklerde görülmektedir. Bunlar içinde aşırı hareketlilik,
dürtüsellik ve dikkatsizlikle seyreden dikkat eksikliği hiperaktivite sendromu, toplumsal
ilişkilerde sorunlarla karakterize otizm gelir. Erkek çocukları geç konuşmaya başlar ve okullarda
başarı açısından en alt yüzde 10’u hemen daima erkek öğrenciler oluşturur. Bu sorunların
başlıca nedeni genetiktir.
Kadın erkek iletişiminde yaşanan sorunlara ışık tutabilecek
en önemli klinik gelişimsel bozukluklardan biri oldukça yaygın olan (şimdilik 300’de 1)
Asperger Sendromu’dur (AS). AS, otizmin bir formudur. AS’liler arkadaşlık başlatma,
kurma ve sürdürme gibi insan ilişkileri ve iletişim alanında sorunlar yaşarlar. Sohbet etmede
zorlanırlar, kompozisyon yazarken sıkıntı çekerler, başkalarının düşünce ve duygularını pek
kestiremezler. Vücut dilini kullanma ve yorumlamada sıkıntı çekerler. Başkalarına çok önemsiz gelen
ve genellikle eksantrik bir alanda çok ayrıntılı bilgi sahibidirler. Karşıt cinsle ilişkileri çok
sorunludur. En iyi durumda olanları bile hemen daima evlenemez. Şaşırtıcı bir sıklıkta (en az 9-10
kez daha fazla) erkeklerde görülür. Nörogenetik kökleri nedeniyle benzeri özellikler silik tarzda
baba ve babanın babasında görülür. Bu alanın önde gelen uzmanlarından Baron-Cohen, AS’nin
aşırılaşmış bir erkek özelliği olduğunu öne sürmüştür.
FARKLAR BİYOLOJİK Mİ
KÜLTÜREL Mİ? AŞKIN GÜCÜ VE EŞ SEÇİMİ |
KADIN DAHA DUYGUSAL, ERKEK DAHA
MANTIKLI! Çeşitli testlerle kadın
ve erkeklerin performansı arasında küçük ama istatistik açıdan anlamlı bazı farklar bulunmuştur.
Örneğin; erkeklerde belirgin şekilde görsel-mekânsal yetiler, kadınlara göre daha iyidir. Bu
yetiler, bir nesnenin farklı perspektiflerden nasıl gözükebileceğini tasarlama gücünü içerir.
İnsanın çevresindeki dünyaya göre nerede olduğu bilgisini sağlar. Görsel-mekânsal yetilerin
kadınlarda kötü olması matematikteki genel başarısızlıklarını da açıklar. Erkeklerin yol sormada
neden bu denli isteksiz olduklarını da! (Çünkü hükümranlık alanlarıdır!) Pek çok spor da bu
tip mekânsal yetileri içerir. Örneğin futbol sadece kas gücü ve hızlı koşma değildir. Bu hızla
nereye gideceğini bilmektir. Kadınlarda ise belirgin şekilde bazı dilsel yetiler iyidir. Daha çabuk
ve rahat söze dökülür düşünceleri. Seslerin farkında olma, uyaklar oluşturma, tekerlemeler gibi
konuşma sesleri ile yapılan tüm oyunlarda kızlar biraz daha iyidir. Dilin toplumsal ilişkilerde
kullanımı açısından üstünlükleri belirgindir. BEYİN AÇISINDAN CİNSLER ARASI FARKLILIK
|
AH
BELİNDA!
Geniş kabul gören bir anlayış, erkeğin cinselliği, kadının aşkı, erkeğin
çok-eşliliği, kadının tek-eşliliği tercih ettiği şeklindedir. Erkek, sadakatsizlik gösteren veya
buna her an çok eğilimli bir cins olarak ortaya çıkmaktadır. Adeta yuva kurmak ve bir arada tutmak
kadının görevi, seks erkeğin zaafı gibidir. Oysa, modern toplumda yaygın kabul gören ve üzerinde
durulması gereken daha pek çok tuhaflık vardır. İnsanlar özellikle kadınlar, aşkı başkasının acı
çekmesi ile ölçerler. Aşık olanın aşkını nasıl ispatlayacağı ve karşılığında ne bedel ödeyeceği
büyük önem taşır. Aşk, ulaşılmazlıklar, hassas noktalarda yanlış anlaşılmalardan dolayı yaşanan
acılar ve aşırı fedakârlıklarla, katlanma, uğruna feda olma, yok olma, bir şeyleri kaybetmeyi
ve/veya tehlikeyi göze alma ile açıklanır. Aşk için ölünür, kısıtlanılır, yok olunulur, acı
çekilir ve acı çektirilir. Öte yanda kadınlar alkolik, kendilerine şiddet uygulayan, kötü davranan,
acı çektiren psikopat birine âşık olmaktan da kendilerini alamazlar. Üç tip aşktan söz edilebilir.
Bunlar “philos” (akıldan sevme), “agape” (kalpten sevme) ve
“eros” (tensel sevme) tur. Özellikle kadınların çoğu için, aşk söz konusu olduğunda
genellikle “philos”a yer yoktur. Erkekler de sıklıkla aşkın “agape”
kısmında sınıfta kalırlar.
İnsan cinselliği keşfetmiştir, türün devamı için fizyolojik bir
temelde tetiklenen ve verdiği haz nedeniyle garanti altına alınan bir eylem, kendi başına doğrudan
istenen (yani çocuk doğurmanın ve üremenin amaçlanmadığı) bir etkinliğe dönüşmüştür. Üreme amaçlı
cinsellik aşk, erotizm, pornografi ve platonik aşk olarak parça parça hale gelmiştir. Adı ön oyun
olan ve yüksek memelilerde daha sınırlı bir şekilde görülen bir cinsel etkinlik biçimi apayrı ve
zenginleşmiş bir şekilde insanda görülmektedir. Pek çok araştırma sonucu oksitosin ve vazopressin
adlı hormonların kompleks toplumsal davranışların çoğunda, bağlanmada, ebeveynin çocuğa gösterdiği
şefkat ve ilgide, seks davranışında ve saldırganlıkta önemli rol oynadığını göstermektedir. Aynı
durum bu işlevlerde ortak beyin yapılarının görev alması ile (örneğin amigdala) doğrulanır. Bu
durumda şöyle bir yorum yapılabilir. Cinsellik aslında insan için yakınlığın, sıcaklığın ve
duyarlılığın içine sıkıştırıldığı çok yoğun bir durumsa, belki de erkeğin “aşırı” seks
arzusu, aslında alttan alta duyduğu şiddetli şefkat gereksinimine ve/veya ten temasına duyduğu
açlığa bağlıdır. Benzer şekilde uygarlıkta boşalamayan avcılık döneminden kalan agresif dürtülerinin
de supabıdır. Erkek beyni değişen tarihe ayak uyduramamaktadır!
NE OLACAK BU
ERKEĞİN HALİ ?
Belki de “erkeklerin yön sormasını engelleyen ya da televizyonun
uzaktan kumandasını açgözlülükle kapmalarını sağlayan (kadınları da her şey hakkında konuşmaya ve
alışveriş yapmaya iten)” genlerin varlığı söz konusudur. Önemli olan soru şudur? Acaba erkek
beynini kırılgan kılan bazı genetik defektler modern toplumda daha hissedilir ve belirgin bir hale
mi gelmiştir? Belki başlangıcından beri erkeğin görünürde çok belirgin olan tarihsel ve kültürel
gücü (?), aslında zihinsel düzlemde biyolojik zayıflığına karşı gelişmiş bir savunma mekanizmasıdır.
Tarih boyunca çok kötüye kullanılmış ve kadın cinsine acı vermiş bu şemsiyenin kalkmasıyla şimdi bu
zayıflık, öncü yeni erkekte daha ağır hissedilmek üzere erkek cinsi için gerçek bir tehlike
haline gelmektedir. Tabii madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Örneğin pek çok deha, silik de olsa
Asperger Sendromu özelliğini taşır. Erkek beyninin odaklaşmış özelliği ve AS’lilerin çoğunun
erkek olması düşünüldüğünde erkek beyni ile deha arasında da bir ilişki olması beklenir. Tabii ki
bunlar yoruma açıktır!
Erkek doğayı, kadın insanı anlamaya yönelmiştir. Erkek duygularını ifade
etmek için daha çok fiziksel eylem, kadın dilsel eylem tercih eder. Erkeğin avlanma ve savaş
durumuna organize beyni bugün kent yaşamında bitmek tükenmek bilmeyen yaşam mücadelesinin sert
boyutlarına da karşı durur. Kadın beyni ise organize etmeye, ilişkileri düzenlemeye yönelik olarak
organize olmuştur. Daha fazla sayıda kadın iş yaşamına girdikçe bu sertliklere ne denli az hazır
olduğunu görmektedir.
Sonuç olarak pek çok kişinin kabul ettiği yargılardan biri, her iki
cinsin de birbirini kesin ayrılmış hatlarla ve zıt tavırlarla deneyimlediğidir. İki cins arasındaki
çekim ve vazeçilmezliğe (ve potansiyel bir güç ve haz olanağına) rağmen giderek artan ve keskinleşen
bir ayrım söz konusudur. Bu ayrımlar her ne kadar kültürel olarak iki cinsin daha küçük yaşlardan
itibaren farklı yetiştirilmesine ve toplumdaki kısıtlayıcı nitelikli önyargılara dayansa da temelde
biyolojik ve genetik olan bir şeyler de vardır; genetik farklılık sadece kas gücünde değil özellikle
zihinsel işlevler alanında da göstermektedir. Elbette biyolojik farklar tarihsel ve kültürel olarak
oluşmuş farklara gerekçe değildir. Örneğin kadın-erkek beyninin farklılığı, ne monogamiyi ne
poligamiyi ne de başka bir biçimi doğrulamaz ya da yanlışlamaz. Bu farkların irdelenmesi yukarıdaki
karamsar tabloyu da kısmen açıklayabileceği gibi kısmi çözümler açısından da yol göstericidir.
Kültürün ana işlevi bu genetik farklılığı uzlaştıracak ve hatta zengin bir senteze ulaştıracak
araçları sağlamaktır. Ama şimdiye dek bu işlevi yerine getirmediği gibi cinsler arası farklılığı
artırmakta, bazen bunları üstünlük ve aşağılık olarak kodlayarak uzlaşmaz hale getirmektedir.
Birbirini tamamlayan farklılık, birbirini dışlayan (çoğu kez de birbirini tüketen) bir zorunlu
birlikteliğe ve çatışmaya dönüşür ve nihai olarak her iki cins de yalnızlığa gider. İki cins
arasındaki iletişimdeki gürültüyü kaldırır. Geriye tarihten ve toplumun yapısından gelen esasen tüm
ilişkilere özgü olan çatışmalar kalır. Bunun çözümü farklıdır.
|