- Uzun yıllar devlet lisesi, özel okul ve dershane 
gibi çeşitli eğitim kurumlarında eğitimcilik yaptınız. Bu süreçte, eğitim sisteminde ve kullanılan 
yöntemlerde ne gibi eksik ve yanlışlara tanık oldunuz?
Belli cümller var. Ezber cümleler... 
Onların üzerinden gideyim. Birincisi ve en büyük yanlış: “Her çocuk aynı şekilde 
öğrenir!” Yani öğretmen; “Zeki çocuk vardır, zekası geri çocuk vardır. Bir öğretmen 
dersi işler, konuyu kendi yöntemleri ile anlatır. Zeki olan anlar ve sınavdan 100 alır ama diğer 
öğrenci kadar zeki olmayanlar düşük puan alır. Düşük not alanların daha çok çalışması lazım” 
diye düşünür. “ Ders herkese aynı şekilde anlatılır ve sonuçlardan öğrenci sorumludur.” 
En büyük yanlış bu! Artık sorumluluğu çocukların omuzlarından alıp, öğretmenlerin kendi omuzlarına 
koyması gerekiyor. Burada aile var, öğretmen var ve  çocuk var. Üçünün sorumluluğu paylaşması 
gerekiyor. Genelde veli toplantılarında anne, babaya -eğer işler yolunda gitmiyorsa- öğretmen 
tarafından şikayetler yağar; yok derse kendini vermiyor, geç geliyor, şunu yapmıyor, ödevlerini 
yapmıyor, çok dağınık gibi... Burada anne  baba tarafından öğretmene sorulması gereken önemli 
bir soru var: “Peki siz bu durumda ne öneriyorsunuz? Yani çözüm için sizin öneriniz 
nedir?” Bu soruyu sormanız gerekiyor. Yani sorumluluğu biraz da öğretmene yüklemek gerekiyor, 
ama burada kantarın topuzunun da kaçmaması lazım. Eğer özel okulsa bazı anne babalar da; 
“Okula gönderiyorum, şu kadar da para ödüyorum, ders çalışma alışkanlığını da öğretmen 
verecek, yok disiplinli olmayı da öğretmen verecek” gibi bir anlayış var. Sorumluluğu bir 
başkasına atmak gibi bir yanlış yapılıyor. Öncelikle herkesin elini taşın altına koyması 
gerekiyor.
EĞİTİM SİSTEMİ ÇOCUĞUN RUHSAL DURUMU İLE 
İLGİLENMİYOR
İkinci yanlış ise: İnsan; beden, zihin ve ruh olarak üç parçadan oluşan bir 
bütün. Genel eğitim sistemi sadece fiziksel ve zihinsel gelişime hitap ediyor. Yani matematik dersi 
ile çocuğu zihinsel olarak geliştirmeye çalışıyor. Ruhsal kısmıyla ilgilenmiyor eğitim. Yani, 
“Çocuk bu bilgiler karşısında ne hissetti? Bunu hayatına ne kadar yansıtabildi? Daha önceki 
bilgileri ile nasıl ilişkilendirebildi?” bunlarla ilgilenmiyor. Sistem, öğretmeni bir verici, 
öğrenciyi de bir alıcı gibi değerlendiriyor ve öğretme işlemini mekanik bir işlemmiş gibi 
görüyor.
“Çocuk okulda kendini nasıl hissediyor? Öğrenmeye hazır mı? Öğrenmek istiyor 
mu?” Bu sorunun cevabı: “Hayır!” Buraya gelen çocuklarla hep çalışıyoruz ve ilk 
sorduğumuz soru bu: “ Okulu seviyor musun? En çok sevdiğin ders hangisi?” Hayır, okula 
gitmek istemiyor ki çocuk. “Sevdiğim ders yok” diyor. Şimdi böyle bir algıyla, bir 
çocuğun 12 yılını okulda geçirdiğini düşünün...
ÇOCUKLAR OKULU HAPİSHANE GİBİ 
GÖREBİLİYOR!
- İşkence gibi...
Okul tam tersi zarar veriyor çocuğa. Gitmese belki 
daha iyi. Bu anlamda çocuklar okulu hapishane gibi görüyorlar. Dolayısıyla, çocuğu bu algıdan 
kurtarmak lazım. Yani, çocuğu getirmeye çalıştığımız nokta şu: “Öğrenmek keyiflidir. Hayat 
öğrenmenin kendisidir zaten. Öğrenmek deneyimlemektir. Hayat bir öğrenme yolculuğudur ve hiç 
bitmez... Okul bunun sadece bir yönüdür. 
- Peki bu iki büyük yanlış dışında 
başka neler oluyor? Çocuğun mutlu bir eğitim almasını neler engelliyor?
Ders deyince 
çocuğun tüyleri diken diken oluyor. Ve eğitim sistemi bilinç düzeyinde bir şeyler yapmaya 
çalıştıkça, bilinçaltında şöyle mesajlar veriyor: “Bu konuyu kafana yerleştir, sınavda yaz, 
100 al ve sonra unut!” 
- Yani geçici bir öğrenme hali empoze ediliyor 
çocuklara?
Evet, yap ve sonra unut! Bir önceki yıldan sorumlu değilsin. İki yıl 
öncekinden hiç sorumlu değilsin. Yani hayatı böyle saçma sapan bölümlere ayırmış durumda eğitim 
sistemi. Çıkış noktası kötü niyetli değil. Yani bir programlama, bir müfredat var... İşi 
kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir şey, ama bu müfredata da hapsolmuş bir eğitim sistemi ile 
karşı karşıyayız. Öğretmen diyor ki; “Benim bunlarla ilgilenecek vaktim yok. Çünkü ben konu 
yetiştirmeye çalışıyorum.” Çocuk anlıyor mu, anlamıyor mu, bu sırada düştü mü, yaralandı mı?.. 
Tüm bunlarla ilgilenemiyor öğretmen. Çünkü öğretmenin de tepesinde ona bu konuları yetiştir, diyen 
bir sistem var. 
EĞİTİMDE BÜTÜNSEL YAKLAŞIM 
ŞART!
- Kendi yönteminizi, yani “Totus Eğitimi” nasıl ortaya 
çıkardınız?
Ben 14 yıldır öğretmenim. En son üstün zekalı çocuklara özel bir okulda ders 
vermeye devam ediyorum. Kişisel gelişimim ve kendimle ilgili aldığım tüm eğitimleri sınıfta 
uygulamaya başladım. Yani ders müfredatının içinde çocuklarla bunu paylaşmaya başladım. Onlar da bu 
tür deneysel çalışmalara çok açık çocuklar. İnanılmaz sonuçlar verdi. Birincisi: Ben hiç olmadığı 
kadar çocukla özel bir ilişki kurmaya başladım, paylaşmaya başladım. Ve yaptığım dersin ders 
bittikten sonra koridorda, yemekhanede ya da diğer derste devam ettiğini gördüm. Yani çocuk benim 
dersimde müfredatın hapsolmuşluğundan kurtulup, gerçekten öğrenmeye ve deneyimlemeye ve bunun için 
istek duymaya, bu işten keyif almaya başladı. Sonra ben dedim ki, “Bu bir tek benim dersimde 
olmamalı, bütün disiplinlerde olmalı. Nasıl olabilir?” diye düşünürken Totus ortaya çıktı. 
Totus, latince bütünsel demek. Yani fiziksel, zihinsel ve ruhsal yanları kapsayan bir eğitim 
anlayışı demek. Bunun içine ailenin katılması kendiliğinden oldu. Çünkü geleneksel eğitimdeki en 
büyük yaralardan biri de şu; anne babanın veli toplantısına gelip bütün bilgileri öğrenip sonra eve 
giderek çocuğu köşeye sıkıştırması. 
AİLEYİ İŞİN İÇİNE KATMAK GEREK!
- 
Oysa, tam tersi birlikte çözüm üretmek gerekmez mi?
Evet, birlikte çözüm üretmek yani 
aileyi işin içine katmak gerek. Bunu bir okul formatında gerçekleştiremediğim için böyle bir merkez 
açmayı tercih ettim. Çocuk buraya geldiğinde önce ona bir test uyguluyoruz: “Öğrenme Stili 
Belirleme Testi”. Yani çocuğun kanalları neler? Önce bunu belirliyoruz. Sonra, çocukla 
çalışmaya karar verdiğimizde anne-babaya diyorum ki, “Sadece çocuk değil siz de buraya kayıt 
yaptırıyorsunuz. Biz çocukla belli periyotlarda çalışacağız, ancak ihtiyaç duyduğumuzda -bu 4-5 
seansda bir oluyor genelde- sizi de davet edeceğiz buraya. Belki sizinle tek başınıza, belki grup 
olarak, ihtiyacımıza göre tamamen esnek bir takım seanslar yapacağız. Buna “Evet” 
diyorsanız biz sizinle çalışacağız.” Çünkü sadece çocukla çalışmak hiçbir şey ifade etmiyor. 
Anne baba ile çalışırken de olay şu; “Bu çocuk dağınık, çok yaramaz, dikkat etmiyor” 
diye şikayet etmiyoruz. Anne bunları zaten biliyor ve zaten bunlarla savaşıyor. 
Biz şunu 
söylüyoruz: “Siz 10 yıldır bu çocuğun annesisiniz ve bu sorunları yaşıyorsunuz. Siz kendinizi 
nasıl hissediyorsunuz?” Annenin de problemi var bu noktada. Bu onun da tercih ettiği bir şey 
değil. Bu defa anne çözülüyor. “Ben böyle olmasını istiyorum. Karşılaştırıyorum başka 
çocuklarla” diyor anne ve böylece başka bir döngü başlıyor. Annenin ve babanın evde kendini 
iyi hissetmesi gerekiyor. O zaman bu iyilik çocuğa yansıyor. Bu anlamda da “Öğrenci Merkezli 
Aile Koçluğu” dediğimiz şey ortaya çıkıyor. Çözüm üretirken anne babadan da yardım alıyoruz: 
“Biz çocuğun ders çalışması için şöyle bir strateji geliştirdik. Siz ne dersiniz işe yarar mı? 
Daha önce denediniz mi bu yöntemi?” diye soruyoruz.
ÖĞRENMEK PEKALA KEYİFLİ OLABİLİR, 
OLMALIDIR DA...
- Uyguladığınız bütünsel eğitim, hangi yöntemleri bir araya getirdi ve nelere 
öncelik tanıyor?
Bizim için akademik anlamda ders, son yapılacak iş. Biz dersle 
başlamıyoruz. Öncelik çocuğun öğrenmeye hazır olması. Eğer gerekiyorsa tabii. Çocuk zaten buna hazır 
da olabilir. Eğer çocuk hazır değilse birebir seanslar yapıyoruz; oyunla, sanatla terapi ve duygusal 
özgürleşme teknikleri gibi... Öğrenmeye engel travmaları varsa, travma çözücü bir takım 
psiko-teknikler kullanarak çocuğun öncelikle, özgüvenli ve pozitif bir ruh haline sahip olmasını 
sağlıyoruz. Ondan sonra akademik olarak hangi dersten desteğe ihtiyacı varsa o derse başlıyoruz. 
Yani öncelik çocuğun öğrenmeyi talep etmesi.
Tabii bir de öğretmen faktörü var. Öğretmen ne 
durumda? Herkesin koşarak öğrenmeye gitmesini istiyorsak, öğretmenin de aynı ruh durumunda olması 
gerek. Bu nedenle öğretmenlerle de çalışmalar yapıyoruz. Oradaki slogan da, “ Öğretmek artık 
çok keyifli”
Bakın burada da keyif var. Keyif yoksa, içsel motivasyon yoksa orada işler 
görev icabı yürüyor demektir. Ama görev icabı bankada işler yürüyebilir, ancak okulda yürümez. 
ANNE BABALIK BİR HİZMET ASLINDA...
- Sağlıklı bir başarı için sizce nasıl 
bir yol izlenmeli? Hem başarılı, hem mutlu öğrenciler nasıl yaratılabilir?
Bu soruyu 
anne babalar açısından yanıtlayabilirim. Anne babalar çocuk dünyaya getirirken bir bebek dünyaya 
getireceklerini zannediyorlar. O ilk 1 yıla odaklanıyorlar belki. Ama dünyaya çocuk getirmek, bir 
proje gibi ele alınması gereken bir şey. O çocuk dünyaya geldikten sonra nasıl bir hayat 
planlıyorsunuz? Evet ilk yıl bebek, sonra okul, sonra ergenlik, sonra bir yetişkinlik dönemi... 
Yani, uzun vadede aileye yeni bir birey katmak ne anlama geliyor sizin için ve bu konuda 
beklentileriniz neler? Uzun bir süre çocuk size muhtaç. Bakmanıza, doyurmanıza, ilginize, bir süre 
sonra paranıza muhtaç. Yani anne babalık, bu boyuta gelmiş bir ruha 18 yaşına kadar yardımcı olmak 
aslında, bir hizmet yani... Ama anne-babalar öyle düşünmüyorlar. “Çocuk sahibi olmak”tan 
söz ediyorlar. Daha da kötüsü kendi beklentilerini ve hayallerini gerçekleştirememiş bir kadın ve 
bir erkek, bir çocuk dünyaya getirip onun üzerinden var olmaya çalışıyor. Buna çok sık rastlıyoruz. 
Ve kendi beklentileri ve kendi egoları altında ezdikleri bir çocukla karşı karşıya kalıyoruz. 
Eğitimli anne-babalar (akademik eğitim) “Benimsin” duygusunu çok daha rafine bir şekilde 
veriyorlar çocuğa. Bu daha tehlikeli. Çünkü eğitimsiz olan doktor olmasını ya da mühendis 
olmasını istediğini söylüyor, çocuk da buna karşı bir tercih yaparak ya kabul ediyor ya da 
reddediyor. Eğitimli anne-babalar bu hissi daha alttan, gizli mesajlarla veriyorlar ve çocuk bu 
sefer kendi içinde çatışmaya başlıyor. Örneğin; çocuk “Ben tıp okumak istiyorum” diyor. 
Ama bakıyorsunuz, çocuğun hiçbir özelliği buna uygun değil. Yani bilinç ve bilinçaltı çatışması 
yaratılıyor çocukta. 
“İŞLER KÖTÜ GİTTİĞİNDE TOPU TACA AT!”   | 
DOĞRU OKULU SEÇMEKTEN ÇOK ÖĞRETMEN 
SEÇMEK ÖNEMLİ
- Peki ya veli öğretmen ilişkileri hakkında neler 
söyleyeceksiniz?
Öğretmeni “suçlamak”  hiç bir işe yaramaz, işleri daha 
kötü yapar. Beğenseniz de beğenmeseniz de -özel okul ya da devlet okulu- sizin çocuğunuzun 
öğretmeni. Ve sizinle kurduğu ilişkiden aldığı duyguyu götürüp çocuğunuza yansıtacak. Yani 
öğretmenle konuşurken çocuğunuzun öğretmeni ile konuştuğunuzu unutmayacaksınız. Çocuğunuza ne 
yansıtmasını istiyorsanız, onu vereceksiniz öğretmene. Örneğin; “Benim çocuğum ödülden 
hoşlanıyor. Benim çocuğum olumlu cümlelerden hoşlanıyor. Lütfen bunları söyleyin” diyeceksiniz 
ya öğretmene; hiç bir işe yaramaz. Onu öğretmene siz uygulayın. Yani çocuğunuzun neye ihtiyacı 
olduğunu düşünüyorsanız, bunu öğretmene birebir siz yaşatın. O da gidip ona yansıtacak aynı şeyi. 
“Bana bu konuda ne yapmamı önerirsiniz?” ya da “Birlikte ne üretebiliriz?” 
daha doğru cümleler. Bunlar her öğretmende işe yarar mı? Hayır, bazen çok zor durumlarla 
karşılaşılıyor. Orada da fazla ısrar etmemek gerekiyor belki.  Özellikle ilk 5 yıl, okul 
seçmekten çok öğretmen seçmek önemli. 
Örneğin; bir özel okuldaki öğrencimizin öğretmeni, bir 
çocuğumuzun annesine ilaç önermiş. Ve demiş ki, “Sınıf 20 kişilik ve 13 öğrenci ilaç 
kullanıyor ve gayet iyiler. Siz de kullanın!” Yani 20 kişilik sınıfın 13 öğrencisi ilaç 
kullanıyor ve bunu öğretmen teşvik ediyor. Çünkü hareket etmeyen, uslu, dinleyen çocuklar istiyor. 
- Bu çocuklar dersi dinliyorlar mı, yoksa uyuyorlar mı bu da başka bir 
konu...
Uyuyorlar! Bitkisel hayattalar. Ama annemiz bilinçli olduğu için 
“Kesinlikle ilaç kullanmayacağım” deyip başka çözümler aradı ve buraya geldi. Şimdi 
burada çocukla haftada bir çalışıyoruz. Öğretmeniyle irtibat halindeyiz. Ama bu emek isteyen bir iş. 
Bir çok anne-baba çocuğa bir hap verip rahat etmeyi tercih ediyor. Bu çözüm değil. Çünkü çocuk bu 
ilaçlara bağımlılık geliştirdiğinde çözümü olmayan daha büyük sorunlar yaşanabiliyor. Dolayısıyla, 
şimdi çocuğa yatırım yapmak lazım. Zaman ve emek harcamak lazım. 
ÇOCUK, ANNE BABAYI KİŞİSEL 
GELİŞİM YOLCULUĞUNA ÇIKARAN BİR HEDİYE! - Bu yaklaşımınız gerçekten de çok hoş. Yani annelik ve babalık yeni bir 
okula giriş gibi bir şey?..  | 
- Günümüzde çocuklar çocukluklarını 
yaşayamıyorlar. Okul, dersler, dersaneler, ve velilerin çocuktan beklentileri çok yüksek. Ve 
beklentiler arttıkça da çocuk potansiyelinin çok daha altında bir verim gösteriyor. Kendine ve oyuna 
ayırdığı zaman azaldıkça depresyona giriyor. Tam bir kısır döngü. Bu nedenle spor yapan, ve 
çocukluğuna zaman ayırabilen çocuğun daha başarılı olduğunu düşünüyorum. 
Evet, 
kesinlikle böyle... Spordaki disiplin hayatlarına yansıyor. Hani kısır döngü dediniz ya, çocuklar 
belki daha anaokulundan itibaren bu döngünün içine giriyorlar. Daha ilkokul 1. sınıfta hızlı okuma 
kursuna gidiyor çocuklar. Çünkü anne; “Onlar gidiyorsa benimki geri kalmasın. Benimki de 
gitsin” diyor. Yani daha 1. sınıftan başladı bunlar. Dolayısı ile SBS sürecine gelindiğinde, 
yani çocuk 4, 5. sınıfa geldiğinde destek almadan kendi başına yürütebilir noktada olmuyor. 
ARTIK YENİ ŞEYLER ÜRETMEK, KARA TAHTA MANTIĞINDAN ÇIKMAK GEREK!
- Annem ve 
babam, hala lisede gördükleri konuları hatırlayabiliyor. Onların zamanında dershane yoktu. Sadece 
okul vardı ve üniversiteyi kazanmak için özel bir çaba sarfetmelerine de gerek yoktu. Peki ne oldu, 
da böyle oldu? 
Bizden bir önceki kuşakla şimdiki kuşağı karşılaştırırken şunu atlamamak 
lazım: Onlar radyo dinleyerek büyüdüler. Onlar dinleyerek büyüdüler. Dolayısı ile oradan aldıkları 
bilgiler onların kendi kanallarıydı. Radyo frekansı gibi. İşitsel kanala 100.0 diyelim. 
100.0’dan alıyorlardı onlar da. Böylece tamam oldu. Biz televizyonla büyüdük. Şimdiki çocuklar 
mamalarını reklam karşısında yiyorlar, 3 yaşında bilgisayar oyunu oynuyorlar. Beyin görsele, renge, 
bir sürü uyarana alışıyor. Sonra biz bu çocuğu 6 yaşına geldiğinde okula koyuyoruz, TRT radyosu gibi 
hala 100.0’dan yayın yapıyoruz. Ama çocuk artık 100.5’te. Almıyor çocuk! Çocuk bu başka 
dünyaya bakıyor, bakıyor ve 10 dakika sonra hareket etmeye başlıyor. Çünkü doğasını yaşıyor çocuk. 
Ondan sonra da bu çocuk “hiperaktif” diyoruz. Çocuğu etiketlemek yerine, “Biz 
nereden yayın yapıyoruz?” diye sormalıyız. Bizim işimiz bu. Para kazanan o değil benim. 
Dolayısıyla, benim ona ulaşmak için yeni yollar deniyor olmam lazım. Eğitim dönüşmedi maalesef. Son 
20 yılda teknolojik ve görsel anlamda inanılmaz bir dönüşüm yaşandı, ama eğitim hala aynı. Ve sadece 
eğitimde bu böyle. Sağlıkta öyle değil mesela. Bir hastalığınız olduğunda yeni teknolojili hastane 
arıyorsunuz, modada öyle, mimaride öyle ama eğitimde hala kara tahta mantığı... Evet sınıflara 
teknoloji geldi. Projeksiyon var, bilgisayar var ama öğretmen onun içini nasıl dolduruyor? Çünkü 
eğitim fakültelerinde hala aynı şeyler öğretiliyor. Bu yüzden öğretmen ne yapıyor: Tahtaya yazacağı 
şeyi bilgisayara yazıp duvara yansıtıyor. Yani görselden anladıkları bu?! Eğitim teknolojisi 
kullanılmıyor maalesef. Bu sistem annenize hitap ediyordu, çünkü o radyo dinliyordu ama şimdiki 
çocuklara hitap etmiyor. Yani  biz eğitimciler de artık yeni şeyler üretmek, yeni şeyler 
söylemek zorundayız.
 
FİLİZ YILDIRIM KİMDİR?  | 
| 
	 |