O ana kadar hiçbir şeyden haberi olmayan eşim mışıl mışıl uyuyorken, ben ayna karşısında bir yandan süsleniyor, bir yandan da kendime bakıp bakıp acayip bir duygu ile gülümsüyordum. Daha fazla dayanamadım, aynadan eşime bakarak direk “Ben hamileyim” dedim. (Gerçi şu an olsa bu çok önemli olayı çok özel bir şekilde söylemeyi tercih ederdim ama dayanamadım her nedense). Yattığı yerden fırlayıp, garip bir surat ifadesi ile panik, sevinç, mutlulukla bana bakarak “Nasıl yani?” dedi. Ben de, 10 günümün geçtiğini akşam test aldığımı, biraz önce de uyguladığımı söyledim ve hamile çıktığımı söylediğimde sarılıp beni öptü.
O gün daha önce hiç yaşamadığım duyguları da yanıma alıp işe gelirken, bu olaya hem inanıyor hem de “Acaba?” diyordum. İşe gelir gelmez ilk olarak eczanede olan arkadaşımı arayıp -bu hamilelik teştlerinin ne kadar doğru olup olmadığını- sorduğumda, “Deli misin sen, tabi ki doğru!” deyişi hala kulaklarımda. Çünkü ararken duymak istediğim de buydu zaten... Sonra eşimden gelen her güne nazaran daha fazla telefonlar, bilgi almalar... O da benim gibi yine de bir “Acaba” taşıyordu içinde. Bu “Acaba”dan kurtulmanın en iyi yolu doktora gitmekti. Testi yaptığımda tarih 22.04.2003’tü. “7 haftalık hamilesiniz” haberini aldığımda ise 24.04.2003...
GÖBİŞİMİN ÇIKMASINI İSTEDİM BİR AN ÖNCE
Ve o tarihten sonra başlayan mide bulantıları, halsizlik, yoğun uyku ile bebeğim “Ben buradayım” diyordu artık. Diyordu da, ne içimde olduğunu hissettiren bir kıpırtı, ne de fiziksel görüntüde bir değişiklik olmadı uzun süre. Her nedense bir an önce göbişimin çıkmasını istemiştim. Her ay başlayan doktor kontrollerinde hep güzel haberlerini aldık bebişimin. Ama insan, en son ana kadar içinden de “Ya bir şey varsa” kuşkusunu atamıyor.
Ve işte 14. haftamızda hissetmiştim yavrumu içimde. “O mu degil mi, o mu değil mi” derken evet oydu; canımdı, kanımdı, içimde taşıdığım yarınlarımdı... Hemen iş arkadaşıma seslenip “Eray, kaç aylıkken oynamaya başlamıştı?” diye sorduğumda, “4,5 aylık” cevabını aldığımda “Benim kızım olacak” demiştim: Duyduğuma göre erkekler kızlara göre daha geç oynamaya başlarlarmış. Bana onu söyleten hem bu duyumum, belki de bu duyumun arkasına sakladığım “kızım olmasını istememdi”...
KIZ İSTİYORDUM...
O zamanlar, önce “Sağlıklı olsun, cinsiyeti ikinci planda” ama “Allah da gönlümü biliyor kuldan niye saklayayım” diyerek kız istediğimi belirtiyordum. Bu söylemler, “Kız bebek” kelimelerini doktorumuzun ağzından duyana kadar devam edip gitti. Bu haberi aldıktan hemen sonra ilk iş eşimi arayıp, o telefonu açar açmaz “Tutku geliyor” dedim. Çünkü çok önceden belirlemiştik kıza ve erkeğe göre isimlerimizi, ben daha evlenmeden önce hep derdim “İleride bir kızım olursa adı Hayal ya da Tutku olacak” diye. Ve işte Tutku’m olacaktı artık, hem de her şeyden daha çok.
Allah’a çok şükür sorunsuz sayılabilecek bir hamilelik dönemi geçirdim. Öyle ki son 15 güne kadar işime devam ettim. İzine çıktığımda, 15 gün sonra doğuracağımı bilmiyordum tabii. Ben çalıştığım dönemlerden evde olduğum döneme geçene kadar tüm hazırlıklar bitmişti. Hakkını ne yapsam ödeyemiyeceğim canım anneciğimin sayesinde. Öyle ki hamileliğimin belki de bu kadar iyi geçmesindeki en büyük etken oydu.
Evet, her şey hazırdı ama o hazırlıkların sahibi yoktu hala kollarımızda. Sık sık odasını ziyaret eder, dolabındaki eşyaları seyreder, hayaller kurardım, bir gün bu hayallerin gerçeğe dönüşeceğini umarak...
HEP NORMAL DOĞUM İSTEMİŞTİM
Hamileliğim boyunca hep normal doğum istemiştim, ben bunu istedikçe her muayenede bebeğimin ölçüleri hep büyük çıktı, ama vazgeçmedim. Hesaplamalara göre bebeğim aramıza Aralık 22 ya da 25 gibi katılacaktı. 29 Kasım Cumartesi akşamı annemlerden eve geldiğimiz (ki orada en ufak bir belirti yoktu, hatta o akşam annemlerde olan 5 aylık bebeği kucağıma aldığımda eşim “Düşereceksin!” dediğinde, “Hangisini, elimdekini mi, karnımdakini mi?” diye espri bile yapmıştım.)
Bende ilk önce bır karın ağrısı (aslında kasılması) oldu, onun haricinde yine bir şey yoktu. Öyle ki o akşam yarın gideceğimiz yerin programını bile yapmıştık. Yattıktan sonra ben yatakta bir o tarafa bir bu tarafa dönüyordum -eee bir de düşünün, bu dönmeler o kocaman göbişle ne kadar zamanda tamamlanır-! Ayaklarımı aşağı, yukarı, sağa, sola çeviriyordum. Bir şeyler oluyor, ama ne?
BEBEK GELİYOR...
Eşim en sonunda dayanamayıp “Sibel, ne oluyorsun, kıpır kıpır?” dediğinde, saat geceyarısı 12’yi gösteriyordu. Kalkıp lavobaya gittim. Gelen herhangi bir belirti de yok. Tekrar yattım ama sabah saat 04:00’e kadar yatakta aynı şekildeydim. En son lavobaya gittiğimde yeni yeni gelen kan gibi bir sıvı... “Tamam” dedim, misafirimiz gelmek için son hazırlıklarında...
Hemen duşumu aldım. O heyecanla banyoda ayna falan kalmadı, kırmışım. O sessizlikte öyle bir ses çıktı ki... Ama eşim bunu duymadı bile; eee bütün gece kıpırdanmaktan uyutmadım kendisini... Banyodan sonra salona geçtim. Hemen kitabı elime alıp doğum başlangıcı ile ilgili bilgileri okudum ve artık emindim, aynı zamanda da sanki daha önceden bu konuda tecrübeliymiş gibi de sakin... Öyle ki 04:00’dan saat 07:30’a kadar eşimi uyandırmadım bile... Geçen o zaman zarfında sancıların geliş sıklıklarını not ettim (hala saklıyorum o kağıdı). Salon içinde dolaştım durdum. İlk doğumum olacağı için okuduğum kitaptan sancıların uzun bir süre devam edeceğini öğrendiğimden bu uzun zamanın, uzun kısmını hastanede geçirmektense evde geçirmeyi istedim. Saat 07:30 olduğunda eşimi uyandırmaya karar verdim. Başına gidip “Bebek geliyor” dediğimde inanamadı tabii. Nasıl inansın ki, ben giyinip süslenmişim, o televizyonlardan bildiği gibi ciyak ciyak bağırmıyorum (ama o da oldu tabii), gayet normal bir halde karşısında durup “Bebek geliyor” diyorum. O da hemen kitabı eline alıp sancıların uzun sürebileceğini söylediğinde, “Ben zaten akşamdan beri çekiyorum” demiştim.
Bir saat filan da onunla beraber bekledikten sonra 08:30 gibi annemi arayıp “Anne sen çayı koy kahvaltıya geliyoruz. Sonra da hastaneye gideceğiz” dediğimde annemin cevap verdiği ses tonu hala kulaklarımda; şaşırdı, sevindi, endişelendi... “Eee niye çayı koyuyoruz? Hastaneye niye gitmiyoruz?” dediğinde, “Tamam anneciğim, sen koy gelince görüşürüz” demiştim.
BU KADAR CESARET DOĞRU MU?
Tabi ki doğuma gitmeden önce amacım kahvaltı etmek değil, onlar kahvaltı ederken biraz daha fazla evde vakit geçirmekti. (Şimdi düşünüyorum da, bu kadar cesaret doğru mu diye...).
Evlerimiz yakın olduğu için bu görüşmeden 10 dakika sonra karşılarındaydım ama hala doğum yapacak biri gibi durmuyordum. Çünkü çektiğim sancıları ancak ben hissediyordum. Evden çıkarken ne kadar zaman önceden hazır olan bebişimin çantasını yanımıza almadığımızı annem farketmese, öylece gideceğiz hastaneye...
Saat 09:30 gibi doktor kontrolünde hamileliğin bu dönemine göre suyumun çok fazla olduğunu, bebişimin ağırlığının ise 3800 gram olduğunu, anlattığım sancıların doğum sancısı olup olmadığını anlamak için de makinaya bağlanmam gerektiğini öğrendik.
Canımı sıkan ise aylardır muayenesine devam ettiğim ve doğumuma girmesini istediğim asıl doktorumun günlerden 30 Kasım 2003 Pazar olduğu için izinde olmasıydı. Ama bu olasılığı daha önceden konuştuğumuzdan, hastaneye girer girmez, ilgililere eğer doğum olursa kesinlikle kendi doktoruma haber vermeleri gerektiğini söyledik.
Makinaya bağlandıktan sonra sancıların doğum sancısı olduğu anlaşıldığında normal doğum için hastaneye yatışımın yapılması gerektiği dışarıda beni bekleyenlere haber verildiğinde, işte o an...
ARTIK HER ŞEY HIZLANMIŞTI
Saat 10:00’dan öğlen 14:15’e kadar geçen zaman içerisinde kendi doktorum gelmiş, yapılan muayeneler sıklaşmış ve sancılar hat safhaya çıkmıştı ve işte ben ilk kez eğer aksi bir şey olursa hiç beklemeden beni sezaryene almalarını söylemiştim, sanki ben bunu söylemesem doktorların aklına gelmeyecekmiş gibi... Sancı odasından en son doğum odasına girip o sandalyeye çıktığımda artık her şey hızlanmıştı, artık beynim iyice uyuşmuştu ya da ben öyle yapmıştım. Çektiğim acının canımı her ne kadar yaksa da biteceğine öyle bir inandırmıştım ki kendimi, sanki çekilen sancının acısı sadece o bölgede kalıp vücudumda başka bir yere ulaşmıyordu ya da ben kendimi şartlandırarak orada kalmasını sağlıyordum. Aslında en önemlisi Allah yardımcım oluyordu. Doktorumdan gelen direktifler üzerine ıkınıyor ondan gelen “Aferin, süpersin, bravo, işte böyle, devam” kelimeleriyle iyice cesurlaşıyordum sanki... 3. kuvvetli ıkınmada... Saat 14:25’te...
Normalde, doğum anında hep ağlayacağımı zannediyordum; hem acıdan hem mutluluktan... Ama her şey bitip yanımdaki masaya bebeğimi yatırdıklarında o minicik pespembe, çırılçıplak varlığa baktığımda, çıldırmış gibiydim. O anki ruh halini daha önce hiç yaşamamıştım ve tam olarak kelimelerle nasıl ifade edilir bilemiyorum. Adeta mutluluktan sarhoş olmuştum.
DÜNYADA TEK!
Ne ağlayabiliyor, ne gülebiliyordum, sadece gözlerimi ondan hiç ayırmadan arka arkaya “Canım, bebeğim, aşkım, bi’tanem” kelimelerini sıralıyordum. Hele o, dünyadaki en masum haliyle, çırılçıplak göğüsüme yatırdıklarında, meleğimin bana yaşattığı duyguları, dünyada bir daha bana yaşatabilecek başka bir şey yoktur herhalde...
Aylardır beklediğim, özlediğim, hayaller kurduğum ve en sonunda kavuştuğum yavrum göğüsümdeydi şimdi. İçimdeki duyguları artık ona bakarak aktarabiliyordum. Meleğim kucağımdayken dikişlerim yapılıyordu. Doktorum “Acımıyor galiba” dediğinde, söylenebilecek tek şey o minicik şeyin o an bana yaşattığı mutluluğun tadının yanında, hissedebilecek hiçbir acı yok.
Bu ana gelene kadar, bana karşı olan her konudaki yardımlarını, sabırlarını, sevgilerini hiç ama hiç eksik etmeyen başta anneme, eşime, kız kardeşime, Abide’ciğime, Habibe’ciğime ve sayamadığım herkese çok ama çok teşekkürler. İyi ki varsınız, iyi ki yanımdasınız.
İşte bebeğim böyle bizim öykümüz. Oysa, yazdıklarımdan daha fazla yazamadıklarımda bize yaşattığın mutluluklar. Bize yaşattığın bu mutluluğun karşılığında ne kadar mutluluk verebilirsek sana o kadarını yaşatmaya hazırız, yaşamının her anında...
Seni çok ama çoook seviyoruz, Tutku’m...
Fulya Şimşek
|