Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat

tüm hastalıklar

Nereden Yazdırıldığı: Anne Olunca Anladım
Kategori: Genel Konular
Forum Adı: Bebeğim & Çocuğum Hakkında
Forum Tanımlaması: (Bebeğim & Çocuğum Hakkında)
URL: http://www.anneoluncaanladim.com/forum/forum_posts.asp?TID=17172
Tarih: 28 Tem 2025 Saat 08:02


Konu: tüm hastalıklar
Mesajı Yazan: ifakat
Konu: tüm hastalıklar
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 00:59
 
Yeni doğan apsesi(solunum durması)
 
Tanım

Solunumun 15-30 saniyeden uzun süre durmasıdır.Uzamış apne normal doğanlarda 16 saniyeden fazla, prematürelerde 20 saniyeden fazla solunum durmasıdır.

Nedenleri, Görülme sıklığı, Risk faktörleri
Oksijen Yetersizliği:RDS, anemi, düşük hacimli nefes alma

doğumsal kalp rahatsızlığı

Solunum merkezinin çalışmasının bozulması

Düşük kan şekeri, düşük kan kalsiyumu, elektrolit bozuklukları

Anormal veya Artmış Refleks:Hava yollarından beslenme veya mideden geriye kaçışa bağlı

Hava Yolları Darlığı:Boynun fazlaca öne doğru eğilmesi ile

Isı:Küvöz ısısının hızla artması nedeniyle özellikle prematürelerde apneye sebep olabilir.

Erken Doğan Apnesi:Herhangi bir neden olmadan olabilir. Bunun nedeni karbondioksite olan duyarlılığın artmasıdır.

Belirtiler

Kalp atış frekansında azalma (bradikardi)

Morarma (siyanoz), solukluk, düşük tonus

Prematürelerde 20 saniyeden sonra bradikardi ve siyanoz 30 saniyeden sonra ise solukluk ve düşük tonus

Tedavi

Bebeğin sık sık uyarılarak solunumu başlatılır.Bunun için su yatağı kullanılır. Anemi olmasa bile bir miktar kan nakli yapılabilir. Çevre ısısı kontrol edilir. Solunum durmasına neden olan uyaranlardan kaçınılmalıdır Daha ileri vakalarda mekanik solunumla destek olunur



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!



Cevaplar:
Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:01
Uçuk
 
 

Özellikle deri-mukoza birleşme yerleri Toplumun %20-40’ında görülen bir herpes enfeksiyonudur.

Lezyon ağrı ve kaşıntı hissi ile başlar. Bir iki gün sonra önce kırmızı sivilceler oluşur, sonra bunlar su toplar, parlak açık bir renk alırlar. Daha sonra kuruyup kabuk bağlar ve 10 gün sonra yok olurlar. İz bırakmazlar. Grup halinde çıkan ve kaybolan lezyonlardır.

Ateşli hastalıklar sırasında herpes lezyonu görülebilir. Herpes küçük çocuklarda dudaklarda , diş etlerinde, dilde, ellerde, parmaklarda yerleşir. Adolesans çağında uçuk en çok ağızda ve cinsel organlarda görülür. Yenidoğan herpes tehlikeli olabilen bir hastalıktır.

Herpes Labialis ağız mukozasında görülen tekrarlayıcı bir viral enfeksiyondur. En sık görüldüğü yer mukoza-deri birleşme yerleri ve özellikle dudak ağız kenarıdır.

Bebeğin çevresinde uçuklu kimse bulunmamalıdır. Çünkü uçuk virüsü çok bulaştırıcıdır. Bu virüs çocukta sinir sistemini tahrip eden bir hastalığa neden olur. Hamile kadında uçuk varsa bazı önlemler alınması gerekir. Uçuk cinsel organlarda ise doğum sezaryen ile yapılır.

Süt veren kadında uçuk varsa temizlik kurallarına dikkatle uymak gerekir. Çocukta uçuk ağızda şaft şeklinde çıkar ve ateş yapar. Bazen başka hastalıklarla birlikte görülebilir. En önemli örneği de zatürreedir.

Tekrarlayan herpetik deri lezyonları genellikle tedavi gerekmez ancak çok sık tekrarlama olursa günümüzde uçuğa karşı çok etkili olan zoviraks adlı bir ilaç başarı ile kullanılmaktadır.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:02
Tetanoz
 
 
Mikrop özellikle toprakta, tozda ve at pisliğinde yaşar.Vücuda ciltteki küçük yara ve kesiklerden dahi girebilir.Sinir sistemine etkili bir zehir salgılar.Oksijensiz ortamda yaşar.Hastalığa yakalanan her 10 kişinin 6'sında her türlü tedaviye rağmen ölüme neden olmaktadır.Kuluçka süresi 3-14 gündür.
Genellikle yaralanma yerinin yakınından ve yüzden başlayan ağrılı kasılmalar bütün vücuda yayılır.Kemik kırılmalarına ve solunum yetmezliğine sebep olur.

Yeni Doğan Tetanozu: Yaşamın ilk ayında görülür.Sağlıksız koşullarda yapılan doğumlarda veya göbek kordonunun kesilmesi esnasında steril olmayan enfekte malzemelerin kullanılmasıyla bulaşır.Emmeme, yutamama, kasılmalar ve teskin edilemeyen ağlamalarla kendini gösterir.Bu bebeklerin hemen hepsi yaşamlarının ilk günlerinde her türlü tedaviye rağmen ölmektedirler.

Korunma:Aşılanma ile olur.

Yeni Doğan Tetanozu'ndan korunma ise anne adaylarının 3. aydan itibaren aşılanması ile olmaktadır.Genellikle son yıllarda doğum şartlarının geliştiği düşünülerek gebelerin aşılanması ihmal edilmektedir.Ancak hiçbir zararlı etkisi olmayan aşının gebelerde mutlaka uygulanması gerektiği kanaatındayız.

Kaynak : http://www.populermedikal.com/ - Popüler Medikal


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:02
Sünnet
 
 
Müslümanlarda Peygamber'in yapılmasını istediği için sünnet olarak adlandırılan, çeşitli toplumlarda yaygın olarak uygulanan cerrahi bir girişimdir. Erkek çocuklarında penis glansını örten derinin belirli bir şekil ve ölçüde kesilmesi olarak uygulanır. Sünnet'in faydaları halen tartışmalı olmakla birlikte kesin olarak tespit edilmiş olanlar

-Sünnetli erkek çocuklarında idrar yolu iltihaplanması daha az gözlenir.

-Penis kanseri sadece sünnet olmayan erkeklerde gözlenir.

-Bulaşıcı hastalıklar sünnet olmayan erkeklerde daha sıktır.

-Kadınlarda rahim kanseri riskini azaltır.

Ülkemizde sünnet dini ve sosyal bir istek olup tüm erkek çocuklarında yaygın olarak uygulanmaktadır. Aile için sünnet töreni yapılması zevkli ve gururlu bir olay, manevi bir mutluluk olarak kabul edilmektedir. Çocuk açısından ise sünnet, arkadaşları arasında statü kazanmak açısından önemli bir olaydır.

Sünnet Ne zaman Yapılmalıdır?

Sünnet genellikle ergenlik çağı öncesi yapılmaktadır. Son zamanlarda yeni doğan (ilk 2 haftalık ) bebeklerde cerrahi işlemin kolaylığı, bebekte yara iyileşmesinin çabuk olması, sünnet sonrası bakımın kolaylığı ve psikolojik travma oluşturmaması nedeniyle en ideal yaş olarak kabul edilmektedir. Her yaşta sünnet yapılabilmekle beraber 2- 4 yaş arası çocuklarda kimlik gelişimi, ben merkeziyetçi ve uyumsuz olmaları nedeniyle zorunlu olmadıkça sünnet yapılmamalı ya da yapılacaksa anestezi altında uygulanmalıdır.

Sünnet'te Prensipler

Her çocuk yapılacak işlem hakkında bilgilendirilmeli ve bu işlemi kabul edip etmeme hakkına sahip olmalıdır. Sünnette önemli olan, çocuğa yapılacak cerrahi işlemin mümkün olduğunca psikolojik travma oluşturmadan, hijyenik şartlara uygun ve problemsiz yapılmasıdır. Günümüzde sünnet'in anatomik, fizyolojik, psikolojik açılardan bilgisi olmayan kişiler tarafından, uygun olmayan yerlerde ve koşullarda yapılmasının kabul edilebilir hiç bir gerekçesi olamaz. Sünnet ne kadar basit görülse de önemli bir cerrahi girişimdir. Bu nedenle sünnet yapılan yer ve aletlerde sterilizasyon, asepsi,antisepsi gibi tanımladığımız mikrop içermeyen ortam sağlanması zorunludur.

Sünnet Sonrası Neler Olabilir

İşin uzmanı olmayan kişilerce yapılan sünnetlerde oluşabilecek sorunları şu şekilde özetleyebiliriz.

KANAMA: Normal veya kan hastalığı olan çocuklarda uygun olmayan tekniklerle yapılan sünnetlerde ya da sünnet sonrası travmayı takiben gözlenir. Normal çocuklarda ikinci bir cerrahi işlem yeterli iken, kan hastalığı olan çocuklarda bazen çok geç kalınabilir.

ŞEKİL BOZUKLUĞU: Uygun olmayan teknik ya da işin uzmanı olmayan kişilerin yaptığı sünnetlerde gözlenir. Şekil bozukluğu kabul edilebilir sınırlarda ya da aile ve çocuğu rahatsız etmeyecek düzeylerde ise adolesan çağına kadar beklenir. Adolesan çağı sonrası şekil bozukluğu azalmamış yada kaybolmamışsa tekrar sünnet gerekir.

KALICI SAKATLIK: Aşırı doku kaybı yada koter ile aşırı yanık olmuş ise gözlenir. Çeşitli estetik ameliyatlarla kısmen düzeltilme yapılabilse de fonksiyon kayıpları düzelmez.

KÖTÜ NEDBE DOKUSU: Yara uçları dikilmeyip kendi kendine iyileşmeye bırakılmış çocuklarda gözlenir.

ENFEKSİYON, BULAŞICI SARILIK: Özellikle toplu sünnetlerde, asepsi, antisepsi kurallarını bilmeyen kişilerin yaptığı sünnetlerden sonra gözlenir.

PEYGAMBER SÜNNETİ: İdrar deliğinin daha aşağıda olduğu çocukların sünnet yapılması ile bu çocukların ameliyat şansını kaybetmesi ya da çok daha ciddi bir kaç ameliyat olması gerekebilir.

TAM PENİS KAYBI:

Yukarıda görüldüğü gibi bu liste daha da uzayabilmektedir. Sünnet bir ameliyattır ve ameliyat gibi yapılmalıdır. Asla hafife alınmamalıdır, çünkü ürkütücü ve çocuğunuzun hayat boyu taşıyabileceği sorunlar oluşturabilmektedir. Sünnet evde, sokakta, düğün salonunda itiş kakış halinde yapılamaz. Önce çocuk, cerrahi girişim öncesi psikolojik olarak hazırlanmalıdır. Çocuk ile iletişim kurulduktan sonra sünnet derisi özenle çıkarılıp, damarları bağlanıp, yara kendi kendine emilen dikişlerle kapatılmalıdır. Bu şekilde yara iyileşmesi sorunsuz ve daha hızlı olmaktadır. Toplumumuz son yıllarda özellikle medya ve iletişim araçlarının artması ile sünnetin ciddiyetini giderek kavramıştır. Bununla beraber bazı ailelerin, sünnet düğününü en güzel yerde ama esas önemli olması gereken cerrahi işlemi ehliyetsiz kişilerce uygun olmayan şartlarda yaptırılmasının kabul edilebilir bir gerekçesi olamaz

Hazırlayan: OP. DR.CENGİZ GİDENER


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:03

Su Çiçeği

Su çiçeği virüsü çocuğun bedenine girince, yayılma aşamasında bulunduğu on dört günlük kuluçka döneminin ardından, çocukta hastalığın belirtileri ortaya çıkar: 2-4 saat süren belli belirsiz bir baş ağrısı; kendini kötü hissetme; bazı çocuklarda hafif ateş yükselmesi; bazı çocuklarda da kısa sürede kaybolan lekeler halinde kırmızı bir döküntü. İlk döküntü 24 saat içinde ortaya çıkar.

Lekeler, pembe birer kabarcık olarak başlar, beş-altı saat içinde içi virüs dolu minik bir sulu kabarcık oluşturacak biçimde kabarır ve daha sonra kabuklanır.

Bu dönemde çocuk sinirli olabilir; ateşi 38 derece dolaylarına çıkabilir. Kabuklar oluşur oluşmaz, lekeler kaşınmaya başlar, kabuklar düşünceye kadar sürer. Bir - iki hafta içinde kabukların tümü düşer ve çocuğun derisi yeniden normal görünüşünü alır.

Tedavi

Kendini iyi hissetmeyen, ateşi yüksek çocuklar sürekli yatmak isteyebilir. Boğaz ağrısı ya da baş ağrısının vereceği sıkıntılar, parasetamolla giderilebilir. Şiddetli kaşıntı durumunda, kalaminli bir losyon ya da antihistaminli bir ilaç iyi gelebilir. Kaşıma sonucunda iltihaplanma oluşabilir, bunun sonucunda mikrop kapabilir. Yanı sıra iz bırakabileceğinden çocuğun kabukları kaşımasını önlemek gerekir.

Prognoz/Hastalığın gidişi

Suçiçeği kabarcıkları birbiri ardına çıkar ve batarlar; her gün ya da her üç - dört günde bir yerlerine yenileri çıkar.

Bulaşma yolu

Suçiçeği virüsü, hastalığı geçirmekte olan çocukların döküntülerinde bulunmakla birlikte, temelde damlacık enfeksiyonuyla bulaşır: Suçiçeği geçirmekte olan çocuk, her soluk verişte saldığı küçük su damlacıkları içinde, çok sayıda virüsü dışarı yayar. Bu virüsler, damlacığı başka bir çocuk soluyunca, ona geçer ve hızla çoğalarak onu da hastalandırır.

Bağışıklık

Suçiçeği, bebeklerde görülmeyen bir çocukluk hastalığıdır; çünkü bebeklerde, bu hastalığa karşı annelerden onlara geçen doğal bağışıklıkla doğarlar ve bu bağışıklığı ancak, 1-2 yaşına geldiklerinde yitirirler.

Sona eriş

Yaklaşık onuncu gün dolaylarında kabuklar düşmeye başlar ve iki hafta içinde bütün lekeler kaybolur.

Suçiçeği geçirmek, çocuğa ömür boyu bağışıklık sağlar; ama ileriki yaşlarda aynı virüsten kaynaklanabilecek zonaya karşı bağışıklık sağlamaz.

Korunma

Ender durumlarda, döküntülerin içine kanama olabilir ve bu kan birikimi yüzünden, çocuğun durumu kötüleşir. Bazı çocuklarda, özellikle aspirin verilmişse beyin iltihabı ortaya çıkabilir: 12 yaşından küçük çocuklara, özellikle de suçiçeği geçirmekte olan çocuklara asla aspirin verilmemelidir. Çocuklar yaşlı kişilerle temas ettirilmemelidir.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:04
Yeni Doğan Sarılığı
 
Yenidoğanda cilt ve gözaklarının (sklera) sarı bir renk almasıdır. Kan bilirubin düzeylerinin yükselmesi ile oluşur. Yaşlanmış ve bozulmuş kırmızı kan hücreleri tarafından üretilen sarı pigmente bilirubin denir. Biluribin normalde karaciğer tarafından barsak sistemine verilerek atılır. Ancak karaciğer bilirubini yeterli oranda barsağa veremezse kanda birikir ve sarılık oluşur.

YENİDOĞAN SARILIĞININ SEBEPLERİ

Fizyolojik (normal) sarılık:

Fizyolojik sarılık vaktinde doğan bebeklerin yaklaşık % 50 sinde, erken doğan bebeklerde ise daha yüksek oranlarda görülür. İlk 24 saatten sonra, genellikle doğumdan sonraki 2.veya 3. günde ortaya çıkar. Karaciğerin henüz olgunlaşmaması ve yeterince bilirubin atamamasına bağlı olarak sarılık oluşur. Genellikle ilk bir-iki hafta içinde kendiliğinden kaybolur ve bilirubin düzeyleri zararsızdır.

Yetersiz anne sütü alımına bağlı sarılık:

Yetersiz anne sütü alımına bağlı olarak yenidoğanların yaklaşık % 5-10 unda gelişir. Belirtileri fizyolojik sarılığınkine benzer ancak biraz daha şiddetlidir.

Anne sütüne bağlı sarılık:

Anne sütü alan bebeklerin yaklaşık % 1-2 sinde görülür. Bazı annelerin sütlerinde ürettikleri özel bir inhibitör madde sebep olmaktadır. Bu madde ( enzim ) bebeğin barsaklarından normalden çok daha fazla bilirubini geri emmesine sebep olur. Bu tip sarılık doğumdan sonraki 4-7. günde başlar ; 3.-10.haftaya kadar sürebilir. Genellikle zararsızdır.

Kan grubu uyuşmazlığı: ( Rh veya ABO uyuşmazlığı)

Rh negatif (-) bir kadının bebeği Rh pozitifse (+) gebelik esnasında bebeğe ait eritrositlerin plasentayı aşarak anne kanında bağışıklık cevabına yol açması ile oluşur. Bu bağışıklık cevabı ancak Rh pozitif bir bebeğin doğumundan veya yapılan düşükten sonra ortaya çıkar. Bağışıklık cevabının şiddeti bundan sonra yapılacak her doğumla birlikte giderek artar.

ABO uyuşmazlığında ise hemen her zaman anenin kan grubu O, bebeğin kan grubu ise A veya B dir. ( Anti A duyarlılığı daha sık, Anti B duyarlılığı daha ağır seyirlidir.)

Kan grubu uyuşmazlığında annenin kanında oluşan antikorlar bebeğin kanını yabancı madde olarak algılar ve eritrositlerini parçalar. Eritrositlerin parçalanması ile bol miktarda bilirubin oluşur ve bu da sarılığa sebep olur. Sarılık fizyolojik sarılıktan farklı olarak ilk 24 saatte başlar. Çok ağır tablolara sebep olabilir. Ancak ilk yapılan doğum veya düşükten sonraki 72 saat içinde RhoGam enjeksiyonunun yapılması daha sonra doğurulacak bebeklerin yaşamını tehlikeye atacak antikorların oluşmasını engelleyebilmektedir.

TEDAVİ

Fizyolojik sarılıkta tedavi:

Eğer bebeğinizi biberonla besliyorsanız her 2-3 saatte bir beslemeyi deneyin.

Yetersiz anne sütüne bağlı sarılıkta tedavi:

Asıl tedavi anne sütü miktarını arttırmak olmalıdır. Bebek daha sık emzirilmelidir.( Her saat gibi ) Böylece mide barsak sisteminin hareketliliği arttırılır ve bilirubinin gaita yolu ile vücuttan daha çabuk atılması sağlanır. Uyuyan bebeğin de 4 saatlik aralarla uyandırılıp beslenmesi faydalı olacaktır. Sık sık kilo alımı kontrol edilmelidir. Anne sütünün yetmediği durumlarda bir miktar formül mama verilebilir ancak şekerli suyun faydası yoktur.

Anne sütüne bağlı sarılıkta tedavi:

2-3 gün için anne sütünü keserek formül mama ile beslemek yararlı olabilir. Ancak bu süre içerisinde anne sütünün azalmasını engellemek için annenin göğsü sağılmalıdır. Hiçbirzaman için sarılığı engellemek için anne sütü tam olarak kesilmez. 2-3 gün sonra tekrar anne sütüne başlanır. Şekerli suyun formül mamadan daha fazla bilirubin uzaklaştırıcı etkisi olduğu kanıtlanmamıştır.

Ağır sarılıklarda tedavi: ( Kan uyuşmazlıklarında tedavi)

Kandaki bilirubin seviyesinin 20 mg/dl nin üzerine çıkması sağırlık beyin felci ( cerebral palsy) veya beyin harabiyetine neden olabilir. Bu kadar yüksek seviyeler genellikle kan grubu uyuşmazlıklarında görülür.

Bu komplikasyonlar fototerapi uygulanarak önlenebilir. Mavi ışık deride biriken bilirubini parçalar ve bilirubin düzeylerini düşürür.

Bazı nadir durumlarda ise kan değişimine gitmek gerekebilir. Bebeğin kanı taze kan ile değiştirilir. Ancak fizyolojik sarılıklar bu kadar ağır duruma dönüşmezler.


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:04
Raşitizm
 
 

Güneş ışınlarından yeterince yararlanamayan, düzensiz ve kötü beslenen, kötü sağlık şartlarında yaşayan çocuklarda görülen bir kemik hastalığı. Vücutta D vitamini eksikliği, kalsiyum ve fosfor metabolizması bozukluğu ile karakterizedir. Raşitizm, 3 ay - 3 yaş arası gelişme çağı çocuklarının hastalığıdır. Gelişmesi duran çocuklarda görülmez. Hayvan sütü ile beslenen çocukların barsaklarının bozulmasından veya çocuğun vaktinden önce memeden kesilmesinden de olur.

İnsanlarda normal kemikleşmenin dört evresi vardır: Birinci evrede, kemiğin ucundaki kıkırdak hücreleri paralel sıralar oluştururlar. İkinci evrede, hücre sütunları arasında hazırlayıcı bir kireçlenme bölgesi meydana gelir. Röntgende bu bölge düz bir çizgi şeklinde seçilir. Üçüncü evrede, ilikten gelen kılcal damarlar, daha önce şişmiş olan kıkırdak hücrelerini harap ederler. Dördüncü ve son evrede ise kemiğin ana hücreleri, hızla kalsiyum alarak, kemik dokusunu yaparlar.

Raşitizmde, kemikleşmenin üçüncü evresi kusurludur. İlikten gelen kılcal damarlar, kıkırdak hücrelerini eritemez ve buradaki kemik doku hücreleri şişer. Düzensiz diziler halinde sıralanır. Bu sebeple röntgende uzun kemiklerin ucu şiş, ortası dışbükey, kenarları yüksek olarak görülür.

Raşitizmin vücuttaki belirtileri: Kemikler kıvrılır, şekilleri değişir. Lenf bezleri şişer. Çocukta huzursuzluk, devamlı terleme görülür. Derileri soluk ve kansızdır. Dişler geç çıkar, erken çürür. İlk 4 aylık çocuklarda kafada büyüme, fontanellerin(bıngıldak) geç kapanması, anormal kafa şekilleri ortaya çıkar.

Bacaklarda "O", "X", "K" gibi geniş şekil bozuklukları olur. Bel kemiğinde eğrilikler veya kamburluklar ortaya çıkar. Leğen kemiklerinin iyi gelişememesi nedeniyle kadınlarda zor doğumlara sebep olan darlıklar ortaya çıkar. Kaburgaların kıkırdak kısmı ile kemik kısmı arasındaki birleşme noktalarında tesbih tanesine benzer şişlikler ele gelir. Göğüs kemiği içe çökebilir veya benzeri göğüs şekil bozuklukları ortaya çıkabilir.

Korunma ve tedavi:

Bebekler anne sütü ile beslenmelidir. Eğer anne sütü verilemiyorsa, uygun mamalar verilmelidir. Sütler iyice kaynatılmalı ve pastörize edilmiş olmalıdır. Sütten kesilen çocukların sütüne yulaf ve mısır unu konmalıdır. Hastalığı meydana getiren sebebe yönelik tedavi uygulanır. Tek ilacı D vitaminidir. Doktor gözetiminde verilmelidir. D vitamini aşırı verilirse, vitamin çokluğu ve kalsiyum çokluğu(hiperkalsemi) meydana gelir. Hasta ayakta çok kalmamalı, yürütülmemelidir. Güneşli ve havalı odada bulundurulmalıdır. Kabızlık önlenmelidir.Süt, yumurta, tereyağı, balık yağı, D vitamini kaynaklarındandır. Esas kaynak ise güneş ışınlarıdır. Çünkü D vitaminlerinin vücutta meydana gelebilmesi için güneş ışığı şarttır.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:05
Pamukçuk
 
 
Belirtiler :

Bebeğin ağzında , ağzının içinde ve çevresinde süte benzer ince bir tabakadır. Yanak iç tarafları bazen dilde , damakta ve dişetlerinde peynire benzeyen çıkıntılı beyaz lekeler şeklinde görülür.

En çok yenidoğanda görülür fakat bazen daha büyük bebeklerde görülebilir. Özellikle antibiyotik verilen bebeklerde bu enfeksiyon oluşur.
Etken ve bulaşma :

Pamukçuk olarak bilinen mantar enfeksiyonu bebeğinizin ağzında sorun oluştursa da , aktivitesine daha önceden doğum kanalında monila sınıfı mantar enfeksiyonu olarak başlamıştır ve bebeğinizin bu enfeksiyonu aldığı yer de orasıdır.

Enfeksiyonun etkeni Kandida albicans’tır ve bu organizma normalde ağız ve vajinada yaşar. Diğer mikroorganizmalarla aynı anda kontrol edilir ve genelde problem çıkarmaz. Fakat bu denge bozulduğu zaman -hastalık , antibiyotik kullanımı ve hormonsal değişiklikler(gebelik gibi)- mantar için uygun olan koşullar oluşur.

Teşhis :

Pamukçuk ağızda meydana gelen hafif bir mantar enfeksiyonudur.Yanakların iç tarafına , dilin üzerine ve ağzın tavanına sürülmüş beyazımsı lekelere benzer. Eğer beyaz leke kazınılırsa , altında deri yanmış gibi görünür ve kanayabilir. Pamukçuk sağlıklı yeni doğmuş bebeklerde meydana gelir.

Pamukçuk olan bebeğin ağzı yaradır. Bebek emzirilirken rahatsızdır ve hatta emzirilmeyi reddedebilir. Eğer bebeğinizde pamukçuk olduğundan kuşkulanıyorsanız doktora başvurun . Teşhis koymak için çoğunlukla parmak suretiyle bile muayene yeterli olmaktadır.

Tedavi :

Sağlıklı bir yeni doğmuş bebek genellikle hastalığı kendi başına yenebilmektedir. Fakat özellikle pamukçuk geniş bir alana yayılmışsa bazı antimantar ilaçlar iyileşme sürecini hızlandırabilir.

Maya enfeksiyonun kendisi tehlikeli değildir ancak ağrı yapar. Enden olarak antimantar ilaçlarla tedavi edilmezse komplikasyon görülür.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:06
Orta Kulak İltihabı
 
 

En çok Ekim ve Nisan aylarında görülür. bu aylar viral (virüslere bağlı) üst solunum yolları enfeksiyonlarının sık görüldüğü aylardır. Viral (virüslere bağlı) hastalık sırasında orta kulakta gelişen iltihap, sıvı birikmesine ve mukozada ödeme neden olur. Östaki borusu denilen, genizden orta kulağa giden borunun ödem nedeniyle tıkanması da orta kulak iltihabına zemin hazırlar.
Bebeklerde iltihabı kolaylaştıran geniz eti, östaki borusu, östaki borusunun yatay seyretmesi ve bebeklerin sırtüstü biberonla beslenmesi gibi olumsuz başka faktörler de vardır.

Orta kulak iltihabına daha çok, hemcıfilus inflııenzeı ve Streptecoccus pnomaniae adlı mikroplar neden olur.

Orta kulak iltihabında ağrı şiddetli ve zonklayıcı tarzdadır ve çocuk konuşmaları hasta olan kulak tarafından duymakta zorluk çeker. Ateş 38-38.5 civarındadır. Kulak zarının kızarık olması veya bombe olması tanı koymada kesinlik sağlar. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, her kulak ağrısının kulak iltihabından kaynaklanmadığıdır. Bazen dış kulak yolundaki bir sivilce, sıkışmış kulak kiri, çürük bir diş veya bademcik iltihabının yansıyan ağrısı da orta kulak iltihabını taklit edebilir.
Tedavisinde çeşitli yaklaşımlar vardır. Bazı tedavilerde parasentez adı verilen kulak zarı çizme tercih edilirken, bazı durumlarda önce antibiyotik verilerek ileri derecede orta kulak iltihabında kulak zarı çizilmektedir. Gelişmiş ülkelerde °/ıı80. hastanın kendiliğinden hiçbir komplikasyon olmaksızın düzeldiği öne sürülerek, antibiyotik verilmediği durumlar da söz konusudur.

Ortakulak iltihabı iyi tedavi edilmezse kronikleşebilir ve işitme kaybı gibi kalıcı izler bırakabilir. Bazen de iltihap komşu dokulara yayılarak iç kulak iltihabı, yüz felci ve beyin zarı iltihapları gibi çok daha ciddi hastalıklara yol açabilir. Orta kulak iltihabından sonra, mikroplar ortadan kalksa bile orta kulak boşluğunda sıvı birikintisi kalacaktır ve bazen bu sıvı hiçbir tedaviye cevap vermeyecektir. Seröz otit, enfüzyonlu otit veya zamk kulak gibi çeşitli adlarla anılan bu hastalıkta başlıca belirti, sini gelişen işitme kaybıdır. Bazen de çok kısa, bir veya iki saniye süren ağrılar olabilir. Kulak zarına bakıldığında, zar çökmüş ve amber rengini almıştır. Bazen hava sıvı seviyesi de görülebilir. Bu hastalığın tedavisi başlangıçta beklemektir. Çoğu kendiliğinden iyileşir. İyileşmeyenlerde uzun süre antibiyotik tedavisi uygulanabilir. Antibiyotiğe rağmen düzelme olmazsa, östaki borusunun görevini yapacak olan kulak tüpü zara yerleştirilerek, orta kulağın havalanması sağlanır. Böylece orta kulaktaki sıvı dağılır, zar çökmesi ortadan kalkar. Bu tüp 3-8 aylık bir sürede kendi kendine kulak tarafından atılıp çıkar ve her şey normale döner. Bu durum çoğu kez kalıcı olur ve hastalık tekrar etmez.

Ama bazen hastalık tekrar eder ve yeniden tüp takmak gerekebilir. Defalarca tüp takılıp düzelmeyen ve kulak zarı orta kulaktaki kemikçiklere yapışan hastalar az da olsa vardır. Bu durumda işitme kaybı kalıcı olur

Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet Ömür
VKV Amerikan Hastanesi Klinik Şefi



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:08
Nezle
 

Allerjik nezle (allerjik rinit) çevresel bazı faktörlere allerji gelişimi sonucu, burun tıkanıklığı, burun akıntısı, burunda kaşıntı, hapşırma ve göz yaşarması gibi belirtilerin haftanın çoğu gününde görülüyor olması halidir.

"Allerjik Nezle"nin kaç tipi vardır?

Allerjik rinitin iki tipi vardır. Biri mevsimsel allerjik nezle, diğeri ise yıl boyu süren (perennial) allerjik nezledir. Mevsimsel olan tipi sadece bireyin duyarlı olduğu madde ile karşılaştığı belli bir dönem boyunca burun akıntısı, burun kaşıntısı, hapşırık belirtileri ağırlıklı olarak görülür. Halk arasında saman nezlesi olarak da tanımlanır. Yıl boyu süren tipte ise birey sorumlu allerjen ile devamlı temas halindedir. Burun tıkanıklığı ana belirtidir. Bununla beraber hapşırma, burun akıntısı ve burun kaşıntısı gibi belirtiler de ısı değişikliklerine bağlı olarak veya kimyasal bazı maddeler ile temas sonrası gibi fiziksel uyaranlarla ortaya çıkabilir.

"Allerjik Nezle"ye bağlı olarak görülebilecek hastalıklar nelerdir?

Çocuklarda yıl boyu süren allerjik nezleye bağlı olarak gelişen burun tıkanıklığının sonucu olarak tekrarlayan sinüzit ve orta kulakta sıvı birikmesi sık görülen durumlardır. Sinüzit, viral bir üst solunum yolu enfeksiyonunun, yani soğuk algınlığı veya nezlenin normalde geçmesi gereken 1 hafta - 10 günden uzun sürmesi, özellikle sabah kalkıldığında artış gösteren balgamlı öksürükler, sarı burun akıntısı, burun tıkanıklığı belirtilerinin görülmesi ile tanınır. Orta kulakta sıvı birikmesi ise ateş ve kulak ağrısı ile gelebileceği gibi sadece belli belirsiz bir duyma kaybı ile de kendini gösterebilir. Sözü edilen birinci durumda orta kulakta iltihaplı bir sıvı birikimi söz konusu iken, ikinci durumda ise iltihapsız bir sıvı birikimi vardır. Her iki durumda da duyma kaybının kalıcı olmaması için mutlak olarak altta yatan allerjinin tedavi edilmesi gerekmektedir.

"Allerjik Nezle" nasıl tanınır?

Allerjik nezlede tanı hastanın hikayesi ve destekleyici laboratuar testleri ile konur. Burun tıkanıklığı, akıntısı, kaşıntısı, hapşırık ve göz yaşarması belirtilerinin haftanın çoğu gününde görülmesi halinin varlığı; bununla beraber allerji deri testinde duyarlılığın olduğu bir maddenin saptanması ve sümüğün incelenmesinde allerjik hücrelerin tespiti tanı koydurmaktadır.

"Allerjik Nezle"nin tedavisi nasıldır?

Allerjik nezlede birinci basamak tedavi allerjinin saptandığı maddeden bireyin uzak tutulmasıdır. İkinci basamakta ise ilaç tedavisi gelir. Bu tedavi ağızdan allerji şurup / hapları ile veya burun spreyleri ile sağlanabilir. Tedavi her hasta için farklılık göstermektedir. Çevre önlemleri ve ilaç tedavisinden yeterli yanıt alınamayan vakalarda dilaltı damla şeklinde aşı tedavisi uygulanabilir.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:08
Menenjit
 
 

Menenjit, beyin ve omuriliği kaplayan zarların enfeksiyonudur.

Bu kelime insanları çok korkutur ama günümüzde menenjit hastalığının tedavisi çok başarılı olmaktadır.

Küçük bebeklerde: Ateş, tansiyon düşmesi durumunda doktor çağrılmalı yada hastaneye gidilmelidir.

Çocuklarda: Bol miktarda kusma,ateş, baş ağrısı, ensede ağrılı bir sertleşme durumlarında hemen doktor çağrılmalıdır. Çocuk çoğu zaman hastaneye kaldırılır. Hastalığın tam teşhisi için karından ponksiyon yapmak gerekir. Bu tahlille virüsten kaynaklı veya mikroptan kaynaklı menenjitlerin ayrımı yapılır.

Menenjit Nedenleri:

Menenjitlerin çoğunun sebebi vücudun bir yerinde başlayıp kan yoluyla beyin veya omuriliğe yayılan bakteriyel enfeksiyonlardır. En çok görülen mikroplar meningokok, pnömokok, hemofiluslardır. Mikrobik menenjitte, belirtiler çok şiddetlidir. Bazen deri döküntüleri de olur.
Stafilokok, kolibasil,listeria gibi mikroplar özellikle bebeklerde menenjite neden olur.

Aseptik menenjit

Kimyasal irritasyon veya tümörler de menenjit sebebi olabilir.

Viral menenjitler bakteriyel menenjitlerden daha sıktır ve daha hafif seyirlidirler. Genellikle kış aylarında ve otuz yaş altındaki insanlarda görülürler.

Enfeksiyonların % 70 i beş yaş altındaki çocuklarda meydana gelir. Viral menenjitlerin diğer tipleri nadir fakat oldukça ciddidir.

Korunma:

Menenjit için bir aşı vardır. Bazı meningokoklara karşı aktif değildir yine de yapılması tavsiye edilir.

Hemofilus aşısı ( HIB asisi ) çocuklarda koruyucu olabilir.

Hemofilus influenza tip b ve meningokok enfeksiyonu olan bireyler ile temas halindeki ailelerin antibiyotikle ( rifampin ) proflaksisi önerilir.

Belirtiler:

-Ateş
-Başarısı
-Ense sertliği
-Bulantı-kusma
-Zihinsel fonksiyonlarda değişiklikler
-Konuşma bozukluğu
-Foto fobi ( ışığa karsı hassasiyet )
-Boyun ağrısı
-Kas ağrısı
-Fasyal paralizi ( yüz felci )
-Hallüsinasyonlar
-Uyku hali
-Solunumun hızlanması
-İrritabilite
-Göz kapağı düşüklüğü
-Opistotonus
-Üşüme-titreme
-Ajitasyon
-Pozitif babinski refleksi
-Yetersiz beslenme
-Bilinç azalması

Tanı/Teşhis

-Lombar ponksiyon ( belden sıvı alınması )
-Beyin-omurilik sıvısı yayması
-Beyin-omurilik sıvısı kültürü
-Kafa filmi
-Sinüslerin filmi
-Göğüs filmi
-Kafanın bilgisayarlı tomografisi
-Beyin-omurilik sıvısında şeker bakılması
-Beyin-omurilik sıvısında hücre sayımı

Tedavi

-Bakteriyel menenjitlerde antibiyotik verilebilir.
-Viral menenjitlerde ise antibiyotikler etkisizdir.
-Şok , konvülziyon gibi ikincil belirtiler başka ilaçlar ve damar içi sıvılarla tedaviyi gerektirir.
-Hastalığın ciddi seyrettiği durumlarda kişi hastaneye yatırılabilir.

Antibiyotikler genellikle hastalığı tamamen iyileştirir. Şunu bilmek gerekir ki çocuk ne kadar küçükse, hastalık o kadar tehlikelidir. Meningokok mikrobundan olan menenjitler salgın halinde yayılırlar. Böyle zamanlarda temizlik kurallarına çok dikkat edilmelidir.

Çocuk, tamamen iyi olduktan sonra okula ya da kreşe dönebilir. Çocukta ilişkide olan herkese antibiyotik tedavisi verilir. Okullar dezenfekte edilmelidir.

Prognoz/Hastalığın gidişi

Kalıcı nörolojik hasarın oluşmasını önlemek için bakteriyel menenjitlerin erken tanı ve tedavisi gerekir.

Viral menenjitler çoğunlukla ciddi değildir ve belirtiler kalıcı komplikasyonlar bırakmaksızın iki hafta içinde kaybolur.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:09
Lösemi
 
1. S: Lösemi nedir?
C: Lösemi halk arasında kan kanseri diye bilinen hastalıktır. Bu hastalıkta çoğunlukla kemik iliğinden kaynaklanan ve bir tek hücrenin kanserleşmesi, daha sonra bu hücrenin bölünerek çoğalıp, önce kemik iliğini, daha sonra tüm organları istila etmesi durumu söz konusudur. Eğer tedavi edilmezse olay kısa sürede hastanın kaybı ile sonuçlanır.

2. S: Çocuklukta Lösemi görülür mü?
C: Çocuklarda en sık görülen kanser türü Lösemidir. Beyaz ırkta çocukluk çağında Löseminin sıklığı 100.000 canlı doğumda yaklaşık 5 kadardır.

3. S: Lösemi çocuklarda en sık hangi yaşlarda ortaya çıkar?
C: Lösemi en sık 2 - 5 yaşları arasında görülür. Bu dönem çocuklarda Lenf dokusunun en aktif olduğu dönemdir.

4. S: Çocuklarda Lösemiye neden olan faktörler nelerdir?
C: Herşeyden önce tüm kanserler gibi Löseminin de genetik bir hastalık olduğunu, yani vücudumuzdaki kanser önleyici veya kanser yapıcı genlerdeki bazı bozukluklar sonucu ortaya çıktığını bilmek gerekir. Bu bozulmayı kolaylaştıran bazı faktörler vardır. Bunlar arasında iyonizan radyasyon, bazı virüsler, bazı kimyasal maddeler ve bazı genetik hastalıklar sayılabilir.

5. S: Löseminin belirtileri nelerdir? Bir ebeveyn hangi durumlarda Lösemiden şüphelenmelidir?
C: Löseminin klinik belirtileri birçok hastalık ile karışır. Halsizlik, iştahsızlık, solukluk, düşmeyen ateş, deride morluklar veya küçük kırmızı kanama odakları, burun ve diş etlerinden kanama, karında şişlik, lenf bezlerinde büyüme, kol ve bacak ağrıları bunlar arasında sayılabilir. Bunlardan birinin veya birkaçının olması durumunda bir çocuk kan ve kanser hastalıkları uzmanına başvurulmalıdır.

6. S: Lösemi ölümcül bir hastalık mıdır? Bu hastalıkta sağ kalma oranı nedir?
C: Lösemi çocukluk çağında görülen kanserler arasında tedavi şansı en yüksek olanlardan biridir. Günümüzün modern tedavi protokolleri ile akut Löseminin genel anlamda tedavi şansı %70 - 75 dir. Bazı Lösemi tiplerinde bu oran %90 ın üzerine çıkmaktadır.

7. S: Lösemi tedavisi için yurtdışına gitmek gerekir mi, yoksa tedavi olanakları ülkemizde de mevcut mudur?
C: Ülkemizde Löseminin her türlü tedavisi en modern şartlarda ve yurt dışından çok daha ucuza yapılabilmektedir. Bunun için yurt dışına gitmek gereksizdir.

8. S: Lösemi oluşmasında yiyeceklerin bir rolü var mıdır?
C: Lösemi ile yiyecekler ve yiyecekler içindeki koruyucu maddeler arasında bugüne kadar herhangi bir ilişki gösterilememiştir.

9. S: Lösemi oluşmasında ebeveynin ihmali söz konusu mudur?
C: Hamilelik sırasında sigara içmek veya uyuşturucu kullanmak ile veya hamileliğin ilk 3 ayında röntgen çektirmek ile Lösemi oluşumu arasında ilgiye işaret eden bilgiler vardır. Bu tür davranışlardan kaçınılmalıdır.

10. S: Lösemi tedavisi her hastanede yapılabilir mi?
C: Hayır, Lösemi tam donanımlı ve Çocuk Kan ve Kanser Hastalıkları bölümü bulunan bir hastanede tedavi edilmelidir. Bu hastalığın tedavisi ancak bu konudaki uzman kişiler tarafından yapılmalıdır.


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:10
Kusma ve İshal
 
 
Çocuklar hastalandıklarında, vücut sıvılarını hızla kaybederler. Bu olaya "dehidratasyon" denir; dehidratasyon bulguları görüldüğünde, mutlaka hekime başvurulmalıdır.

Dehidratasyon bulguları:
Ağızda ve gözlerde kuruluk,

Bebeklerde, bezin 4-5 saat süreyle kuru kalması -idrar olmaması,

Büyük çocuklarda 6-8 saat süreyle çiş yapmama

Kusma, çocuklarda çok yaygın bir bulgudur, ve soğuk algınlığından , ciddi enfeksiyonlara kadar bir çok etkene bağlı olarak ortaya çıkabilir.

Kusmada uygulanması gereken diyet:

Mideyi dinlendirmek amacıyla, çocuğa 2-4 saat süreyle yiyecek içecek verilmemelidir.

15-30 dakikada bir hafif sulu gıdalara başlayın. Süt ve süt ürünleri vermeyin, katı gıdalardan uzak durun.

Bir defada bir çorba kaşığından fazla miktarda sıvı vermeyin; fazla miktarda sıvı kusmayı tekrar başlatabilir. Çocuğunuz, su kaybı nedeniyle çok miktarda içmek isteyebilir, kesinlikle fazla miktarda vermeyin. Unutmayın, kusan çocuk, sadece sizin ona fazladan verdiğiniz 1 kaşığı değil, onun için yaşamsal önemi olan sodyum, potasyum vb içeren mide sıvılarını da kusacaktır. Ge-Oral yada ORS adıyla satılan ve tuz, şeker, karbonat içeren tozu, paket üzerinde belirtilen miktarda kaynamış soğumuş suyla karıştırarak, kaşık kaşık içirin.

1 yaşından büyük çocuklarda hafif çorbalar, meyve suları yukarıdaki ölçülere uyulmak kaydıyla verilebilir.

Kusma tekrarlamaz ise, 24 saat süreyle hafif gıdalar içeren bir diyete başlayın. İkinci 24 saat içinde yavaş yavaş normal gıdalara geçin.

Kesinlikle hekim önerisi olmadan antibiyotik başlamayın.

İshal

Fazla yememeye bağlı olarak, 1-2 gün barsak hareketleri yavaş olacak, çocuk fazla kaka yapmayacaktır. Kusma geçmesine rağmen ishal devam ederse,

İlk 1-2 gün için; muz, pirinç, elma/şeftali, çay, ekmek

Ardından: Haşlanmış patates, yağsız makarna, haşlanmış tavuk, çorba (havuçlu, patatesli, pirinçli ve yağsız)

Kızarmış ve baharatlı gıdalardan kaçınılmalıdır.

Bu dönemde;

Sıvı kaybına bağlı açığın kapatılması için,kusma olmadığı sürece, normalin üzerinde sıvı alımı,

İshal sık ise, fazla şekerli içeceklerin alınmaması,

Hekime danışmadan ilaç, özellikle antibiyotik verilmemesi çok önemlidir.

Ancak;

Yukarıdaki önlemlere rağmen
ağız ve dudakların kuru olması,

Susuzluk hissinin kaybolmaması,

8-12 saat süreyle çocuğun çiş yapmaması -bebeklerde bu kadar beklememelidir-

normalden fazla uyku hali,

ağlama sırasında gözyaşı gelmemesi,

şiddetli, sulu, köpüklü, sümüklü, kanlı, yeşil kaka yapması ,

çiş yaparken acı hissetme,

baş veya boyun ağrısı, ense sertliği,

döküntü olması,

çocuğun davranışlarında bir gariplik fark edilmesi,

ateş yükselmesi,

karın ağrısının devam etmesi

durumunda mutlaka yeni yapılmış bir kaka örneğiyle birlikte hekime başvurulmalıdır.


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:10
Kızıl
 
 

Kızıl, çocuğun bütün derisinde özgün bir kırmızımsı-pembe döküntü oluşturan, oldukça yaygın bir çocukluk hastalığıdır. Boğaz ağrısına da yol açan streptokok bakterilerinden yol açtığı kızıl, kolayca tedavi edilen bir hastalıktır.

Nedenleri, Görülme sıklığı, Risk faktörleri

Kızıla yol açan bakteri, aynı zamanda bademcik iltihabına ve birçok boğaz ağrısına da yol açan streptokoklar grubundandır. Kızıl hastalığından sorumlu olan streptokok türü boğaz ve bademciklere yayılarak, çoğalır. Bakteriler çoğalmaları sırasında toksin üretirler ve bu toksin biriktikçe, kan dolaşımı aracılığıyla bütün bedeni etkilemeye başlar. Bakteriler öksürük ve hapşırmayla, ayrıca enfeksiyonu taşıyan insanlarla temasla bulaşabilir. Bedene girmelerinden sonra, kuluçka dönemi altı gün kadar sürer.

Belirtiler

En kötü biçimiyle kızıl, çocuğun ateşinin apansız çok fazla yükselmesiyle başlar; ayrıca çocuk kızarır, boğazı ağrır, bademcikleri şişerek kızarır ve beyaz bir zarla kaplanır. İkinci gün, yüzü kırmızı bir renk alır ve döküntü bedenin her yerine yayılır. Kabarık lekeler, deriye benekli bir görünüm verir.

Başlangıçta dil beyaz ve kaba tüylü bir görünümdedir; hastalık ilerledikçe kırmızı lekelerle kaplanmaya başlar ve kızıl hastalığının niteleyici görünümü olan "çilek dil" görünümünü alır. Çocuk kendini son derece kötü ve bitkin hisseder, iştahı son derece azalır. Ama döküntü soldukça, kendini daha iyi hissetmeye başlar. Derisi ve dili normale dönmeden önce, altı hafta kadar soyulur; bununla birlikte hastalığının başladığı günden bir hafta ya da on gün sonra iyileşir.

Tedavi

Tedavide genellikle streptokokları öldüren penisilin kullanılır. Hastalığın hafif geçtiği çocuklarda bile mikropların üreme şansı kalmaması ve çocuğun enfeksiyonu başkalarına bulaştırmaması için, birkaç gün süreyle penisilin tedavisi uygulanır. Hasta çocuk yatak dinlenmesine alınır; ateşi yüksekse, düşürmek için bedenin günde birkaç kez ılık suya batırılmış süngerle silinmesi gerekir. Terleme yoluyla yitirdikleri beden sıvılarını karşılamak ve su yitimine uğramalarını önlemek için bol sıvı içirilmelidir. Sulandırılmış meyve suları içtiği sürece, iştahsızlığı karşısında herhangi bir kaygıya kapılmaya neden yoktur.

Komplikasyonlar/Riskler

Kızıl genellikle, normal evrimini tamamlayarak hiçbir soruna yol açmadan kısa sürede iyileşir. Tedaviye hemen başlanılmaması, yani streptokokların çoğalarak yayılmalarına olanak verilmesi durumunda, ortaya çıkabilecek ikinci enfeksiyonlar arasında ortakulak iltihabı, bir çeşit böbrek iltihabı ve romatizma sayılabilir. Romatizma ve böbrek iltihabı ciddi hastalıklardır.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:11
Kızamıkcık
 
 
 
Bu hastalık hafif geçirilen bir hastalıktır. Bu yüzden çocuğunuzun genel durumu iyi olup yatmak istemeyebilir. Belirtiler virüsün alınmasından iki üç hafta sonra ortaya çıkar.Çocuğunuzun bol sıvı almasını sağlayın. İlk günlerde hafif boğaz ağrısı ,kulak arkasında ,boyunda ve bezelerde şişlik görülebilir. Yüzden başlayarak vücuda yayılan pembe renkli döküntüler oluşur. Genelde 10 gün sürer. Kızamıkçık geçiren çocukları gebelerden uzak tutmalısınız. Yoksa bebeklerinde anormallikler görülebilir.Gebelikleri sırasında kızamıkçık geçiren annelerin çocuklarında %20-50 ihtimalle doğumsal bozukluklar görülebilir. Körlük, sağırlık ve kalp rahatsızlıkları en sık rastlananlardır. Özellikle kızamıkçık gebeliğin erken dönemlerinde geçirildiğinde bebekte doğumsal bozukluk riski daha yüksektir. Gebeliğin 20. haftasından sonra geçirilen kızamıkçıklarda risk sıfıra yakındır. Gebeliğin ilk 6 ayı içinde kızamıkçık düşünülen kadınlarda çeşitli yöntemlerle antikor aranmalı ve 3 hafta sonra da testler tekrarlanmalıdır. Antikor var, fakat miktarı artmıyorsa gebelik devam ettirilebilir.Erken dönemde antikor olmasa bile3 hafta sonra gelişir ve artarsa gebelik sonlandırılmalıdır.
Çocuk hastalık süresince veya döküntü gelişmişse, döküntü kaybolduktan sonra bir hafta süreyle evde tutulmalıdır.

Şikayetlere yönelik tedavi uygulanır. Ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar kullanılabilir.

Zayıflatılmış canlı virüs aşısı 15 aylık çocuklara tek doz uygulanır. Çocukluğunda kızamıkçık geçirmemiş kız çocukları ergenlik çağına kadar mutlaka aşılanmalıdır. Aşı canlı olduğu için gebelikte kullanılamaz. Çocuk doğurma çağındaki erişkinler aşılandıktan sonra 2 ay süreyle gebe kalmamalıdır.
Gebeyseniz ve kızamıkçık enfeksiyonuna maruz kalma riski varsa.

Çocuğunuz kızamıkçık geçiriyor ve sürekli uyku eğilimindeyse, huzursuz ve gerginse, sayıklıyorsa veya şiddetli kasılmaları varsa. Çok nadir olsa da çocuğunuzda beyin iltihabı gelişmiş olabilir.

Çocuğunuz kızamıkçık geçiriyor ve aynı zamanda çocuğunuzda kusmayla beraber karın ağrısı varsa. Bu durumda pankreas veya karaciğer iltihabı gelişmiş olabilir


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:11
Kızamık
 
 

Çok bulaşıcı bir akut virüs enfeksiyonudur; özel bir tedavisi yoktur, rahatsızlık veren belirtileri gidermeye yönelik ilaçlar kullanılır.

NEDENLERİ

Kızamığın etkeni olan virüs, hastaların burun ve yutak salgılarıyla çıkan damlacıklarda bulunur; ağız ya da burundan üst solunum yollanna ya da dolaylı olarak konjunktiva mukozasına girer. Vücuda girdiği yerde üreyerek düşük miktarda bütün vücuda yayılır ve lenf dokusu hücrelerinde üremeyi sürdürür.Daha sonra ikinci kez, çok daha uzun süreli ve kitlesel olarak kana yayılır;

bu döneme ilişkin ilk belirtiler virüsün bulaşmasmdan yaklaşık 9-10 gün sonra ortaya çıkar. Hastalık bu aşamadan sonra, 14-15'inci güne değin çok bulaşıcıdır. Virüsün vücuda girmesinden yaklaşık 14 gün sonra döküntülerin başlamasıyla virüsün üremesi azalır;

16. günden sonra genellikle kanda virüse rastlanmaz. Yalnız idrarda bulunan virüs bu ortamda varlığım günlerce sürdürür.

Döküntüler kanda hastalığa özgü antikorların belirmesi ve hastanın iyi-leşmeye başlamasıyla aynı dönemde görülür; kızarıklıkların pul pul dökülmeye başlamasıyla bulaşıcılık dönemi bütünüyle sona erer.

BULAŞMA

Kızamığın derideki belirtileri yaygın döküntülerdir.

Kızamık tüm dünyada yaygın olarak rastlanan döküntülü bir hastalıktır. Etkeni, çok küçük ve vücudun dışındaki kimyasal ve fiziksel etkenlere karşı çok az direnci olan bir virüstür. Hastadan sağlıklı kişilere üst solunum yolları yoluyla ve özellikle konuşurken ve öksürürken çıkan tükürük damlacıkları aracılığıyla kolayca bulaşır. Bulaşmanın bu kadar kolay oluşu nedeniyle kızamık genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında küçük salgınlar halinde görülür. Kızamık salgınında hastalığa önce çocuklar yakalanır; erişkinlerin büyük bir bölümü ile üç aylıktan küçük bebekler salgını, hastalığa yakalanmadan atlatabilir. îlk bakışta tuhaf görünen bu olay kolayca açıklanabilir. Vücut ilk kez virüsle karşılaştığında hastalığa yakalanır ve virüse özgü antikor üretmeye başlar. Kandaki bu antikorlar virüsle yeniden karşılaştığında, virüsü etkisizleştirir;

böylece hastalığa karşı direnç geliştirilmis olur. Sütçocukları anne karnındaki yaşamlannda bu antikorları annelerin-den aldıklanndan, erişkinlerin büyük bir bölümü de çocukluk çağında hastalığa tutulduklarından salgından etkilenmezler.

Hastalığın ileri derecede bulaşıcı olması nedeniyle 2-4 yılda bir kızamık salgınları ortaya çıkar. Bir toplulukta salgın görüldüğünde, bağışıklığı olmayan bütün bireyler hastalanır ve bağışıklık kazanır; bu nedenle, hastalığa yakalanacak yeni bireylerin ortaya çıkması için belli bir süre geçmesi gerekir.

HASTALIĞIN BELİRTİLERİ

Kızamıkta sıklıkla belirgin olarak birbirinden ayrılabilen dört dönem gözlenir:

Kuluçka dönemi, döküntü öncesi dönem (prodrom dönemi), döküntülü dönem ve iyileşme dönemi.

Bulaşma kuluçka döneminde anında başlar, virüs 8-12 gün boyunca vücutta belirti vermeden ürer. Normal olarak 10. günde döküntü öncesi dönem başlar, ateş hızla yükselir ve ağızda yanağın içinde, azıdişleri hizasında kırmızı bir alanla çevrili küçük beyaz lekeler belirir; bu lekeler ilk tanımlayan hekimin adıyla anılır (Koplik lekeleri). 2-3 günden fazla sürmeyen bu dönemde çocuk isteksiz, yorgun ve uykuludur; iştahı azalmıştır, aksırır, hırıltılı, inatçı ve kuru bir öksürüğü vardır;

sulanan ve kızaran gözleri güçlü ışıktan rahatsız olduğundan ışıklı ortamlar

dan uzak durur. Bu aşamada kızamığa henüz tam konmamış olsa da son derece bulaşıcıdır ve çocuğun enfeksiyonu aile bireylerine yayma olasılığı yüksektir.

Ateşin geçici olarak azalmasıyla döküntülü dönem başlar. Döküntüler başlangıçta düz, sınırları belirgin pembe renkli küçük lekeler biçimindedir; daha sonra hafifçe kabanr, büyür, sayılan artar ve giderek koyulaşıp kırmızılaşır. Döküntüler çıkarken ateş yemden yükselir ve çocuğun genel durumu kötüleşir. Sürekli yatmak ister ve çok yorgundur, gözleri kolayca sulanır, aksırıklar yerini gerçek bir soğuk algınlığına bırakır, öksürük hala hıntılı ve çok rahatsız edicidir, özellikle küçük çocuklarda ishal görülür. Döküntülerin ortaya çıkmasından üç ya da dört gün sonra, ateş hızla düşer; kırıklık hali, öksürük ve soğuk algınlığı kaybolur, çocuk rahatlamış görünür. Döküntüler de ilk ortaya çıktığı bölgelerden başlayarak hızla solar. Kızarıklıkların pullanarak dökülme döneminin ardından çocuğun tümüyle iyileştiği söylenebilir. Döküntüler hiçbir iz bırakmadan hızla kaybolur; özellikle yüz ve boyun çevresindeki deri pul pul dökülür. Ne var ki, hastalığın bu son evresi her zaman fark edilmez, özellikle hastalığın hafif geçtiği olgularda hiç görülmez.

GÖRÜLEBİLECEK KOMPLİKASYONLAR

Tüm olguların yaklaşık yüzde 6'sında komplikasyonlar görülür; iki yasma kadar ve erişkinlerde bu oran daha yüksek olabilir.

En sık rastlananlar solunum sistemi komplikasyonlandır; döküntülerin ortaya çıkmasından önceki dönemde ve dö-küntülü dönemde başlayan ve olguların büyük bir bölümünde kızamık virüsünün doğrudan etken olduğu bronş-akciğer iltihapları (bronkopnömoni) ile genellikle bakteri kökenli enfeksiyonlara bağlı olarak iyileşme döneminde görülen-bronş-akciğer iltihaplan ayırt edilmelidir. îlki özellikle küçük çocuklarda çok ağır geçer ve virüs kökenli olduğundan antibiyotik tedavisiyle tedavi edilmez. Geç dönemde görülen bakteri kökenli bronş-akciğer iltihaplarında, ateş, irinli ve balgamlı öksürük ile solunum güçlüğü görülür. Bu tablo, antibiyotiklerle tedavi edilebildiğinden pek tehlikeli sayılmaz.

Bir başka solunum sistemi komplikasyonu da üç yaşından küçük çocuklarda görülen ve solunum güçlüğüne neden olan gırtlak iltihabıdır (laren-Jit).

Geçmişte çok sık görülen irinli kulak iltihabı (otit) antibiyotik tedavisinin uygulanmasından sonra giderek azalmıştır; virüs kökenli iltihabın yerleştiği ortakulak mukozasında bakterilerin üremesiyle oluşur.

Kızamık komplikasyonlanndan en tehlikeli olanı son yıllarda daha sık görünen beyin iltihabıdır (ensefalit). Bin olgudan birinde görülen beyin iltihabı sıklıkla 2-9 yaş arasında ortaya çıkar. iyileşme döneminde ateşin yeniden yükselmesiyle başlar, havale nöbetleri ve koma görülür. Ender rastlanan bazı olgularda çok erken dönemde, döküntüler ortaya çıkmadan önce de başlayabilir. Klinik belirtiler genellikle çok değişken ve ağırdır. Çocuğun 1-2 gün içinde ölmesine yol açan biçimleri de vardır.

TANI

Döküntü ortaya çıkmadan önce kızamık tanışı koymak, hastalığın bulaşıcı olup olmadığı da bilinmiyorsa, çok güçtür, îlk belirtiler (ateş, soğuk algınlığı, öksürük vb) kesinlikle hastalığa özgü değildir ve grip gibi üst solunum yolları enfeksiyonlannda da görülür. Erken dönemde görülen Koplik lekeleri tanı açısından büyük önem taşır. Kızamığa özgü döküntüler gerek özellikleri, gerek ortaya çıkış biçimi (kulakların arkasından başlayıp yüze ve vücuda yayılması) açısından tanıyı kolaylaştırır. Gene de döküntünün yukarıda betimlenenden farklı olabileceği de unutulmamalıdır; lekeler kimi zaman çok küçük ve soluk, kimi zaman da büyüktür ve içi sıvı dolu küçük keseciklerle kaplıdır. Kimi zaman döküntülerin altındaki kılcal damarlar çatlar ve kanamaya benzer bir görünüm ortaya çıkarsa da çok önemli değildir. Döküntülerin görünümü hastalığın gidişini hiçbir zaman etkilemez. Koplik lekeleri başka hiçbir hastalıkta görülmediğinden, kızamağın erken dönemde, özellikle bulaşıcılığın en yüksek olduğu dönemde tanınmasını sağlar.

TEDAVİ

Kızamık virüsünü yok eden özel bir ilaç olmadığından belirtileri hafifletmeye yönelik tedavi uygulanır. Kon-junktivit için gözler ılık borik asitle yıkanır ve gözkapaklan özenle temizlenir. Soğuk algınlığı sırasında günde birkaç kez burna damar büzücü damla damlatılırsa çocuk daha kolay soluk alıp verebilir, îshal başlasa da özel bir tedavi gerekmez, çocuğa bir iki gün sıvı besinler verilir. Yalnızca solunum sistemi belirtilerinin ağır olduğu az sa-yıdaki olguda, antibiyotik tedavisi gerekir.

Hasta evinde uygun koşullar sağ-landığında rahatlıkla tedavi edilebilir ve komplikasyonlardan korunur. Beslenme ve ortam özellikle önemlidir. Küçük hasta en az on gün yalnız kalacağından, özellikle nezleli ve dökün-tülü dönemlerde odasmın rahat ve konforlu olması, iyi havalanması, ama hava akımının olmaması, oda sıcaklı-ğının 20°C kadar olması ve odanın aşırı aydınlatılmamış olması gerekir. Bu arada hastanın yalıtılmasının da (karantinaya alınmasınm) tartışmalı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü hastalığın en bulaşıcı olduğu aşama, henüz tanı konulamayan döküntü ön-cesi dönemdir.
Hastalık sırasında sıvı ya da yarı sıvı, kolay sindirilen, sebze çorbası, sütte ezilmiş bisküvi, taze meyve suyu (özellikle şekerli limonata ve portakal suyu) gibi besinler verilmelidir.

Özellikle iştahın az, ateşin yüksek olduğu döküntülü evrede çocuk yemek için zorlanmamalıdır.

KORUNMA

Günümüzde en etkili korunma yöntemi kızamık virüsüne özgü insan gamma globülinidir.
Salgınlarda ve çocuğun sağlığının başka hastalıklar nedeniyle kötü olduğu dönemlerde korunmaya önem verilmelidir. Gammagiobülin, bulaşmadan önce uygulandığında, kızamığı etkili bir biçimde önler; geç uygulandığında etkisizdir, yalnızca belirtileri hafifletir. Kızamık çocuklarda erişkinlere göre daha ağır geçtiğinden en iyi önlem gammagiobülin kullanılarak hastalığın hafif geçmesinİ sağlamaktır. tki ya da üç yaşından küçük çocuklar dışındaki bireylerde bulaşmayı önlemektense koruyucu önlemlereağırlık vermek önerilir. Hastalığı geçiren çocuğun vücudunda kızamık virüsüne özgü antikorlar üretildiğinden yaşam boyu bağışıklık kazanılır. Kızamık aşısı da korunma sağlayabilir;

bu amaçla tavuğun embriyon hücrele-rinden elde edilen ve etkinliği azaltılmış bir kızamık virüsü türü kullanılır. Aşı, tek dozda derialtına şırınga edilir. Bebeklere dokuz aydan başlayarak

kızamık aşısı yapılabilir. Bu durumda yüzde 95 koruma sağlanır. Bir yaşında yapılan aşılarda ise, koruma oranı yüzde 99'dur. Salgın durumlannda altı aylık bebekler de aşılanabilir. Ama aşının sonradan yinelenmesi gerekir. Aşıdan sonra çocuk çok hafif bir enfeksiyon geçirebilir, ve kalıcı bağışıklık kazanır.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:12
Karın Ağrısı
 
 

Her beş bebekten birinin öğleden sonra geç saatlerde başlayan ve gece yatma zamanına kadar süren ağlama krizlerine tutuldukları biliniyor. Kolik ağlaması normal ağlamadan farklıdır ve bebek sakinleştirilemeden saatlerce ağlar; nadiren ağlama 24 saat boyunca sürer Genellikle kolik ağlaması her gün tekrarlar, bazen bir gece ara verdiği görülür.

Klasik anlamda koliği olan bir bebek dizlerini yukarı doğru çeker, yumruklarını sıkar ve hareketleri artar. Gözlerini yumabilir veya sonuna kadar açabilir, alnı kırışır, hatla kısa bir süre nefesini tutar. Bağırsak hareketleri hızlanır ve gaz çıkarır. Beslenme ve uyku düzeni ağlamayla bozulur; bebek huzursuzlaşır Meme aranan bir bebek emmeye başladıktan kısa bir süre sonra ağlayarak emmeyi bırakabilir veya tam uykuya dalmışken birkaç dakika sonra uyanarak ağlamaya devam edebilir. Her bebekteki kolik nöbetleri farklıdır ve her anne-babanın tutumu değişiklik gösterebilir.

Kolik genellikle ikinci veya üçüncü haftada (prematüre bebeklerde daha sonra) başlar ve altıncı haftada en kötü düzeye ulaşır Bu kabusun sonsuza kadar süreceği düşünülür ancak on ikinci haftada sorun düzelmeye başlar; üçüncü ayda sorun tamamen ortadan kalkar (yine prematüre bebeklerde daha geç). Nadiren dördüncü veya beşinci aya kadar devam eder. Kolik birdenbire veya yavaşça sona erebilir. Arada iyi günlerin olduğu dönemler bulunabilir ve bir süre sonra da tamamen düzelir.

Bu günlük ağlama dönemlerine kolik denir.Koliğin nedeni bilinmemektedir. Teorilerse çoktur Bunlardan bazıları çoktan terkedilmiştir: kolikli bebekler akciğerlerini çalıştırmaya başlıyorlar (kanıtlanmadı); meme emen bebeklerde annenin yediklerine, biberonla beslenen bebeklerde ise mama içeriğine karşı alerji veya duyarlılık gelişiyor (bazen neden olabilir); anne babanın deneyimsizliklerinden kaynaklanabilir (kolik ikinci ve üçüncü çocuklarda daha seyrek görülmez, ancak anne-babalar bebeği susturma konusunda daha idmanlı olabilirler); kolik kalıtsaldır (bazı ailelerde daha yaygın değildir); gebelik veya doğum komplikasyonları olanlarda kolik daha yaygındır (istatiksel olarak kanıt yok); açık hava koliği artırır (pratikte birçok anne-babanın kolikli bebeklerini yatıştırmada buldukları tek yöntem onu açık havada dolaştırmaktır)

Bebeklerin anneleri sinirli olduğu zaman kolik oldukları teorisi tartışmalıdır. Birçok uzman bebeğin ağlamasının annenin sinirini bozduğunu düşünüyorsa da koliği arttıran annenin sinirliliği değildir; onu ağırlaştıran faktördür.

Güncel bir teoriye göre ağlamak yeni doğmuş bebeğin olgunlaşmamış fizyolojisinden kaynaklanır. tüm bebekler ağlar ve kolik bu normal davranışın aşırı formudur. Başkaları da olgunlaşmamış sindirim sisteminin gaz geçerken aşırı kasıldığını ve kolik ağrısına neden olduğunu öne sürüyorlar. Üçüncü bir teoriye göre bebeğin vücudundaki progesteron düzeyi doğumdan sonra çok azaldığından ağrılı bağırsak spazmları görülür. Dördüncü bir açıklama ise bebeğin olgunlaşmamış sinir sisteminin istenmeyen bir davranış olan ağlamaya engel olamamasıdır.

En mantıklı açıklama, çok fazla ağlamayan yeni doğan bebeklerde tüm uyaranlara karşı blokaj olmasıdır ancak birinci ayın sonunda bu mekanizma ortadan kalkar ve dışarıya karşı daha uyanık olurlar. Uyaran bombardımanı altındaki bebek akşam saatlerinde iyice gergin ve uyarılmış olur. Sonuçta nedensiz ağlamalar görülür. Beşinci ayın sonunda bebek bu uyaranlarla başa çıkmaya başlar ve kolik sona erer.

Koliği artırıcı çevresel bir faktör olarak, nedeni tam olarak açıklanamasa da, evlerdeki si gara dumanı gösterilmiştir. Evde sigara kullanan kişi sayısı ne kadar fazlaysa bebekte kolik görülme olasılığı ve koliğin şiddeti artmaktadır.

Kolik ve paroksismal ağlama konusunda sevindirici nokta bu bebeklerin fiziksel ve duygusal olarak yıpranmamasıdır (aynı şeyi anne-babaları için söylemek güçtür) ve sonradan gayet iyi gelişme gösterip, diğer çocuklara kıyasla davranış bozukluğu göstermezler. Bebekliklerinde canhıraş bir şekilde ağlayanların sessiz sakin ağlayanlara kıyasla ileride problemlerin çözümünde daha iyi oldukları gösterilmiştir. En rahatlatıcı olan yanı ise sonsuza kadar sürmeyecek olmasıdır.



-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:12
Kan uyuşmazlığı
 
 
Kan uyuşmazlığı" genel kanının aksine, karı koca arasında değil, gebelik döneminde anne ile karnındaki bebeği arasında söz konusu olabilen normal dışı bir durumdur. Hangi kan grupları arasında ve nasıl bir uyuşmazlık olduğunu anlatmadan önce kan gruplarını tanımlamak gerekir. Kanımızda oksijen taşımakla görevli kırmızı kan hücrelerinde bulunan proteinler esas alındığında klasik olarak dört ana kan grubu tanımlanır: "A", "B", "AB" ve "O" grubu .. Bir de "Rh" söz konusudur. Birey, "D" proteinine sahipse Rh pozitif (+), değilse Rh negatif (-) olarak ifade edilir. Rh (-) kişilerin vücudunda D proteini hiç yoktur ve bağışıklık sistemi için tamamen yabancı bir maddedir.

Normal koşullarda hamilelik döneminde anne ve bebeğin kanları birbirine karışmadan plasenta (eş) aracılığıyla oksijen, karbondioksit ve besi öğelerinin karşılıklı alışverişi gerçekleştirilir. Anne Rh (-), bebek Rh (+) ise ilk gebelikte herhangi bir sorun olmaz. Bebek doğarken zedelenen damarlardan bir miktar bebek kanı, Rh (-) annenin kanına karışabilir. Böylece annenin bağışıklık sistemi tamamen yabancısı olduğu bir proteinle, "D" proteini ile tanışır ve ona karşı tepki geliştirir. O maddeyi tanımadığı için yok etmek ister. Beyaz kan hücrelerinin D proteinini yok etmek üzere ürettiği -o maddeye özgü- sıvısal maddeleri (antikorlar) kullanarak hedefine ulaşır. Annenin kanında bir tane bile bebek kan hücresi kalmaz, tümü yok edilir. Bu savaş sona erdiğinde geriye "anti-D antikorları" adı verilen sıvısal maddeler ve bunları gereksinim duyulduğunda her an yeniden üretebilecek akıllı beyaz kan hücreleri kalır. İkinci gebelikte çocuk eğer yine Rh (+) kana sahipse annenin kanında hazır bulunan bu sıvısal maddeler (antikorlar) kolayca plasenta (eş) engelini aşarak anne karnındaki bebeğin kanına karışırlar. Bebek kırmızı kan hücreleri yok edilmeye başlanır. Çocuğun kemik iliği, karaciğer ve dalağı yok edilen kırmızı kan hücrelerinin yenilerini üretir ve eksilen kanı yerine koyar. Bu aşırı kırmızı kan hücresi yıkımı ve yapımı sürecinde "bilirubin" adı verilen ve fazlası zararlı olan bir madde açığa çıkar, bebekten anneye geçer, annenin karaciğeri tarafından yok edilir. Bebeğin karaciğeri henüz bu maddenin tümünü zehirsizleştirebilecek kadar gelişmemiştir. Eğer üretilen kırmızı kan hücresi miktarı yok edilenden az olursa sonuçta bebek ağır bir kansızlığa maruz kalır, hatta ölebilir. Eğer arada bir denge varsa bebek bir ölçüde kansızlıkla doğar veya sağlıklı olarak dünyaya gelir. Sorun asıl o zaman belirginleşir. Çünkü kan hücreleri hala parçalanmakta, yenileri yapılırken gereken maddeler anneden temin edilememekte, çocuk kendi depolarını kullanmaktadır. Üstelik açığa çıkan sarı boyar madde niteliğindeki "bilirubin" bebeğin karaciğeri tarafından yeterince vücuttan uzaklaştırılamamaktadır. Kanda belli bir düzeyi aşan "bilirubin" göz aklarına, cilde ve sonunda asıl zararını gösterdiği beyin ve sinir sistemine yerleşerek yaşamı tehdit etmektedir. Yenidoğan sarılığının ağır şekillerinde, tedavi edilmeyen çocuklarda adalelerin sertleşmesi, zeka geriliği gibi kimi geri dönüşümsüz sinir sistemi bozuklukları meydana gelmektedir.

Yenidoğan sarılığı olan bebeklerde sarı boyar madde "bilirubin"i vücuttan daha kolay uzaklaştırmak için belli bir dalga boyundaki ultra viyole ışınları kullanılmaktadır. Bebeklerin uygun sıcaklık ortamı sağlayan küvöz ya da yataklarda ultra viyole ışığıyla tedavisine "fototerapi" denir. Yeterli olmadığında bebeğim göbek kordonundan takılan bir sistemle, uygun bir Rh (-) kanla "kan değişimi" işlemi gerçekleştirilerek yaşamsal tehlike atlatılır. Geç kalınan durumlarda araz kalması olasıdır. Körlük, şaşılık, sağırlık, felç gibi ..

Mademki kan uyuşmazlığı ve sonuçları bu kadar ağır olabiliyor, o halde Rh (-) anneler için koruyucu bazı önlemler alınması gereklidir. Bir anne adayı eğer Rh (-) kana sahipse, ilk doğum, kürtaj ya da düşüğünden hemen sonra, bebeğinden kendisine o anda geçmiş olabilecek Rh (+) bebek kan hücrelerine karşı annenin bağışıklık sisteminde tepki oluşmadan önce girişimde bulunulmalıdır. Bunun için özel olarak hazırlanmış bir serum vardır: "Anti-D İmmun Globulin". Bu madde doğumdan (ya da düşük veya kürtajdan) hemen sonra anneye kaba etten iğne şeklinde yapılmalıdır. "Anti-D İmmun Globulin" kana karışır, bebekten geçmiş olan Rh (+) kan hücrelerini derhal yok eder. Annenin bağışıklık sistemi ne olduğu anlamadan işlem tamalanır. Bir süre sonra "Anti-D İmmun Globulin" doğal ömrünü tamamlar ve kanda yok olur. Oysa anne kendisi "antikor" geliştirmiş olsaydı bu sıvısal madde uzun süre kanda kalacak, gerekirse onu yeniden üretebilme yeteneği olan beyaz kan hücreleri tarafından eksikliği tamamlanacaktı. Pasif olarak verilmiş olan "Anti-D" için eksikliğin tamamlanması diye bir konu söz konusu değildir. Zamanla yok olan "Anti-D İmmun Globulin" bu sayede annenin sonraki hamileliklerinde çocuk için bir sorun oluşturamaz. Yalnız unutulmaması gereken bir konu bu immun globulinin herbir gebeliğin son bulumunda yeniden uygulanmasının gerekliliğidir. Kan uyuşmazlığı genel olarak ilk bebekte sorun oluşturmaz. Sonraki Rh (-) çocuk için zaten bir problem yoktur.

Rh uygunsuzluğu kadar ağır seyretmese de "kan grupları" arasında da uygunsuzluk söz konusu olabilir. Genellikle annenin "O" bebğin "A", "B" veya "AB" olduğu durumlarda meydana gelir. Farklı mekanizmalarla ama aynı aynı prensiplere dayanan süreçler yaşanır. Fakat daha seyrek olarak yaşamı tehdit eden boyutlara ulaşır.

Sonuç olarak Rh (-) olan annelerin Rh (+) doğabilecek çocukları için önceden hazırlıklı olunmalıdır. Eğer anne ve baba her ikisi de Rh (-) iseler genetik kurallarına göre Rh (+) bebekleri olamaz. Eğer anne Rh (-), bab Rh (+) ise çocuk Rh (-) de olabilir, Rh (+) de. Bu genel bilgi de göz önünde bulundurulmalı, doğum sonrası bebek kan grubu tayin edilmelidir. Anne Rh (-), bebek de Rh (-) ise uygunsuzluk yoktur, anneye anti-D immun globulin yapmak gerekmez. Annenin Rh (+) olduğu durumlarda çocuğun Rh'ı ne olursa olsun Rh uygunsuzluğu olmaz. Eğer anne ve baba her ikisi de "O" grubu kana sahiplerse çocukları mutlaka "O" grubu olur. Bu durumda anne ve bebek arasında grup uygunsuzluğu olamayacağı açıktır. Anne "O", baba "A" ise çocuk "O" veya "A"; anne "O", baba "B" ise çocuk "O" veya "B"; anne "O" baba "AB" ise çocuk "A" veya "B" olur ama "O" veya "AB" olamaz. Annenin "A" ya da "B" olduğu, çocuğun "B" ya da "A" olduğu durumlarda uyuşmazlık nadirdir, hafif seyreder. Ayrıca bazı alt kan grubu uygunsuzluklarında, hatta hiçbir uygunsuzluğun olmadığı kimi sıra dışı durumlarda kan uyuşmazlığıyla benzer klinik tablolar görülebilir, yenidoğan sarılığı meydana gelebilir.

Sağlıklı bir bebek dünyaya getirmek için gebelikte sağlıklı ve düzenli izlem ön koşuldur. Anne baba adayları, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı ile çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı arasında işbirliği bu sürecin temelini oluşturmaktadır. Uygun bir gebelik yönetimi ve doğuma uzman gözetiminde hazırlık, kan uyuşmazlığı gibi yaşamsal bir sorunun bile kolaylıkla halledilmesini sağlayacaktır.

Dr. Çağatay Nuhoğlu


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:13

Doğumsal Kalça Çıkığı

 
Doğumsal kalça çıkığı terimi kalça eklemini oluşturan öğelerin biçim, işlev ve ilişkilerinde bir bozukluğu anlatır. Kalça ekleminde uyluk kemiğinin (femur) yuvarlak başı kalça kemiğinin asetabulum denen yuvasına oturur ve bu kusursuz eklem bacağın serbest dönme hareketi yapabilmesini sağlar. Doğumsal kalça çıkığında bu eklemde görülen bozukluk kalçayı oluşturacak taslağın embriyon döneminde kusurlu gelişmesi ya da tam gelişmemesiyle ortaya çıkar. Kalıtsaldır, yani aynı ailenin değişik bireylerinde ortaya çıkabılır

GÖRÜLME SIKLIĞI

Doğumsal kalça çıkığı sık görülen bir oluşum bozukluğudur. Bazı ülkelerde her dört oluşum bozukluğu olgusunun üçünü ve bıraktığı izlerle birlikte her üç ortopedik sorunun birini oluşturur. Doğumsal kalça çıkığına görece sık rastlanan Türkiye'de sorun özellikle Karadeniz bölgesinde yaygındır. Ya-
km akraba evlilikleri de doğumsal kalça çıkığı olasılığını artırmaktadır. Bölgeler arasındaki farklılıklar oluşum bozukluğunun kalıtsal özelliğinden kaynaklanır; akraba evliliklerinde görülme sıklığının artması da aynı nede-ne bağlıdır. Doğumsal kalça çıkığı kız çocuklarda erkeklerden daha sık görülür. Genellikle tek yanlı olmasına karşın her iki kalçayı da etkileyebilir.

DOĞUMSAL KALÇA ÇIKIĞI TİPLERİ

Embriyonal gelişim bozukluğu durumunda bebek doğduğunda uyluk kemiğinin başı tümüyle çıkıktır. Dolayısıyla bu tip kalça çıkığında belirgin klinik, ultrasonografik ve/ya da radyolojik belirtiler doğumdan hemen sonra tanı konmasına olanak verir.

Başlıca klinik belirtiler şunlardır:
Elle muayenede uyluk kemiği başının belirgin biçimde yüksek olduğu saptanır.

Çıkık kalça tarafındaki bacak kısadır. Hasta sırtüstü yatarken bacaklarm birlikte bükülmesi kısalığı belirgin hale getirir; bu durumda dizlerin aynı düzlem üzerinde olup olmadığına bakılır.

Daha kısa olan bacağın uyluk bölümünde pli adı verilen deri büklümleri ya da boğumları fazladır.

Çıkık tarafındaki kalçanın dışa doğru, yani uzaklaşma hareketi (abdüksiyon) sınırlanmıştır. Bu tip doğumsal kalça çıkığında Ortolani belirtisi her zaman olumsuzdur, yani uyluk kemiği başının oturma sesi duyulmaz. Radyolojik incelemede öncelikle uyluk kemiği başının leğen kemiğinden uzaklığı ve yüksekliği saptanır; aynı bulgu ultrasonografide de belirgindir. Bu tip doğumsal kalça çıkığının tedavisinde önce uyluk kemiği başını doğal yerine getirmek için sürekli ve ilerleyici çekme (traksiyon) yöntemine başvurulur. Ardından kemik normal yerinde tespit edilerek 3-4 ay süreyle abdüksiyon durumunda alçıya alınır. Daha sonra da 6 ay süreyle bir ortopedik aygıt kullanılır.

Kalçanın sabit olmadığı "Ortolani manevrası" ile saptanabilir. Doğumdan hemen sonraki muayenede yapılan bu işlem 8 ve 30 gün sonra yinelenmelidir. Kuşkulu ya da Ortolani belirtisi olumlu olgularda hasta ultrasonografi ile kontrol edilir ve daha sonra da belli aralıklarla muayeneye çağrılır. Tedavi çok basittir. Kalça 6 hafta süreyle ortopedik bir aygıtla abdüksiyon konumunda tutulur. Aygıtın uyluk kemiği başına zarar vermemesi için yeterince yumuşak, aynı zamanda etkili olabilmesi için de büyük olması gerekir.

TANI

Doğumsal kalça çıkığı toplumsal açıdan önemli bir hastalıktır, çünkü zamanında tanı konup tedavi edilmezse, kişiyi toplumla bütünleşmekten alıkoyacak ölçüde ağır biçim ve işlev bozukluklarına yol açabilir. Kalça çıkığı her zaman doğumsal olmayabiir ve belirli hastalık ya da yaralanmalardan sonra da ortaya çıkabilir. Edinsel çıkıklarda uyluk kemiği başının kalçanın içine doğru yer değiştiı'mesı, yakındaki organlara baskı yapar. Bu baskı siyatik sinir ya da (lbür kalça sinirlerinin tutulması gibi sinirsel lezyonlara, atardaınarlarm ya da toplardamarlann tıkanmasına neden olabilir.

Çocuk dik durmaya, yani ağırlığını kalçaları üzerine vermeye başlamadan önce, uyluk kemiği başı ile asetabulum arasındaki uyumsuzlukların tümü çıkık öncesi lezyon kabul edilir; yani kalça çıkığının ön koşulları vardır. Çocuk yürümeye başladığında uyluk kemiği başı asetabulum ile bütün ilişkisini yitirecek, böylece gerçek kalça çıkığı belirecektir. Bu nedenle kalçadaki doğumsal oluşum bozukluklarının ilk aylarda tanınması çok önemlidir; gerçek bir kalça çıkığının oluşması ancak erken tanıyla ve hemen tedaviye başlanmasıyla önlenebilir. Yaşamın ilk 3-4 ayında tanı konup tedavi edilen çıkık öncesi olgularının hemen hepsi kısa sürede tam olarak iyileşir. Yaşamın ilk yılından, yani çocuk yürümeye başladıktan sonra tanı konan bir kalça çıkığı ise traksiyon, alçı, cerrahi girişim gibi çok daha zor ve karmaşık yöntemlerle tedavi edilir. Üstelik tedavi çok daha uzun sürdüğü halde sonuçlar her zaman çok iyi değildir. Kalça çıkığı tanısı, yaşamın ilk günlerinden ya da haftalarından başlayarak klinik ve radyolojik veriler temelinde kolayca konabilir.

BELİRTİLERİ

Klinik açıdan kalçada bir gelişim bozukluğu kuşkusunu doğuracak birçok belirti vardır. Tanı açısından en önemli ve güvenilir belirti çocuğun diz ve kalçalan bükülüyken bacaklarını uzatmanm güç olması ve Ortolani manevrası yapılırken uyluk kemiği başımn doğal yuvasına ani girişine bağlı olarak kalçadan sert bir ses gelmesidir. Kalça filminde uyluk kemiğinin üst ucu daha kemikleşmemiş olduğundan leğen kemiğinden uzak ve yüksek görülebilir; oysa kalça kemiğindeki uyluk kemiği yuvasmın tepesi sağlıklı tarafa göre daha az gelişmiş ve çıkmış görünecektir.

Yaklaşık 3-5. ayda uyluk kemiği-nin başı belirginleştiğinde normal yerinden uzakta bulunması nedeniyle küçük, yüksek ve aynk görünür.

TEDAVİ

Çıkık öncesi lezyonun tedavisi kansızdır (cerrahi girişim gerektirmez) ve yaşamın ilk aylarında saptanırsa olguların yüzde 95'inde çok iyi sonuç verir. Çocuğun bacaklarını açık konumunda tutarak, uyluk kemiğinin kaçmaya eğilimli olan üst ucunu, kalça kemiğinin yuvasına göre merkezi bir düzlemde tutmaya dayanır. Bu duruşu sağlamak için basit ortopedik aygıtlar kullanılır; bunların en iyi bilinenlerinden biri Putti aygıtıdır.

Ortopedik aygıt uyluk kemiği başının kalça kemiğindeki yuvasına gömülmesini, üstünde yeniden biçimlenmesini, aynı zamanda yuva tepesinin de uyluk kemiği başının uç bölümünü (epifiz) bütünüyle örtecek biçimde gelişmesini sağlar. Tedaviye doğumdan sonraki ilk aylarda başlanırsa, kalçayı normal hale getirmek için 5-6 aylık bir süre yeterlidir. Bir yaşına doğru çocuk herkes gibi yürümeye başlayabilir. Eğer kalçadaki bozukluk hafifse, yalnız eklemde hafif bir gelişme geriliği varsa ve bu durum kalça filmiyle saptanmışsa, üçgen bir yastık ya da fazla bez kullanarak çocuğun bacaklannı bir süre için kalçadan iyice açık tutmak yeterlidir. Çocuğun yürüme çağına gelmesi ya da doğumsal oluşum bozukluğunun başlangıçtan beri ağır olması nedeniyle uyluk kemiği başı kalça kemiğindeki yuvasından ayrılmışsa gerçek bir çıkık söz konusudur ve uyluk kemiği başının doğal konumuna getirilmesini gerektirir. Bu ise kolay bir işlem değildir, çünkü eklemin iki öğesinin yeniden oluşturulması, kalça kemiği yuvasında ek oluşumların ve boğulmuş eklem kapsülünün engel yaratması, ayrıca kasların kısalmış olması tedaviyi güçleştirir. Tedavide cerrahi girişim gerekmeyebilir; 15-20 gün süreyle bacağa sürekli çekme tedavisi uygulayarak uyluk kemiği başının indirilmesi, çıkığın azaltılması ve daha sonra 3-4 ay süreyle alçıda hareketsiz tutulması yeterli olabilir. Bu başarılamazsa, başın yerine doğrudan yerleştirilmesini engelleyen oluşumlar cerrahi girişimle temizlenir. Cerrahi girişimden sonra da aylarca alçı ve ortopedik aygıtların kullanılması gerekir. Altı yaşına değin tedavi edilmeyen olgularda çıkığın iyileşmesi çok zordur, çünkü uyluk kemiğinin ve kalça kemiği yuvasının eklem yapılarındaki bozukluklar artık kalıcıdır. Bu yaştan sonra ekle-mm yeniden işler hale getirilebilmesi nyluk ve leğen kemiklerince yapılacak bir dizi cerrahi girişimin başarısına bağlıdır.

Eski çıkık olarak nitelenen olgularda eklem başları çıkığın ne kansız bir biçimde, ne de cerrahi girişimle yerleştirilmesine elverişlidir. Bu tür çıkıklar genellikle 6-8 yaşından sonra görülür.
 


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: ifakat
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 01:14
Kabakulak
 
 
Kabakulak virusu Paramyxoviridae ailesinden zarflı bir RNA virüsüdür. Zarfın yüzeyinde hemaglütinin, nöraminidaz ve füzyon aktivitesine sahip glikoprotein yapılar yer alır. Kabakulak virüsü +4?C'da günlerce, -65?C'da yıllarca canlılığını sürdürür.

Epidemiyoloji

Kabakulak tüm dünyada görülebilen bir hastalıktır. Hastalık yıl içerisinde Ocak ve Mayıs ayları arasında en yüksek görülme hızına ulaşır. Askeri kışlalar, okullar gibi kapalı topluluklarda epidemiler bildirilmiştir. Kabakulak aşısının kullanımından önce vakaların %90'ı 14 yaşın altındaki çocuklardı. Aşının yaygın kullanımına bağlı olarak hastalığın insidansında önemli azalma meydana gelmiştir. 20 yaş ve üzerindeki erişkinlerin %80-90'ı kabakulağa karşı bağışıktır. Hastalık duyarlı kişilere, tükrük sekresyonu ile direkt temas veya damlacık çekirdekleri ile ağız veya burun yolundan girer. Parotit bulguları ortaya çıkmadan hemen önce ve parotit döneminde hastalığın bulaşıcılığı maksimumdur. Kızamık ve su çiçeği ile kıyaslandığında, kabakulağın bulaşması hasta kişi ile daha yakın teması gerektirir.

Patogenez

Virus duyarlı kişi tarafından alındıktan sonra hastalığın inkübasyon süresinde solunum yolu mukoza hücrelerinde çoğalır. Kabakulak virüsü viremi ile glanduler dokulara ve nöral dokuya yayılır. Virüsün Stenon kanalından direkt olarak parotise ulaşması deneysel olarak mümkündür. Ancak bu durumda inkübasyon süresi doğal infeksiyondakinden kısadır ve menenjit, orşit gelişimi gibi klinik tablolar bu patogenezle açıklanamamaktadır. Virüs ile infekte parotis bezinde diffüz interstisyel ödem ve mononükleer lökositlerden oluşan serofibrinöz eksuda meydana gelir.

Klinik belirtiler

Kabakulağın inkübasyon süresi 2-4 haftadır (ortalama 16-18 gün). Prodromal dönem belirtileri non spesifiktir. Hafif ateş, baş ağrısı, iştahsızlık, halsizlik görülebilir. Bir-iki gün içerisinde parotis bezi lojuna uyan bölgede şişlik, ağrı, hassasiyet ortaya çıkar. İlerleyen günler içerisinde şişlik belirginleşerek, kulak kepçesi yukarı-dışa itilir, angulus mandibula silikleşir. Bir tarafta parotit bulgularının ortaya çıkışından birkaç gün sonra genellikle diğer taraf parotis bezi de hastalığa iştirak eder. Vakaların yaklaşık 1/4'inde hastalık tek taraflı seyreder. Kabakulak parotiti non süpüratif özelliktedir. Kızarıklık, ısı artışı gibi inflamasyonun diğer kardinal belirtileri bulunmaz. Hastalarda ağrı nedeniyle çiğneme, konuşma güçlüğü olur. Stenon kanalı ağzı eritemli ve ödemli görünümdedir. Parotis bezi şişliğinin maksimuma ulaşması ile birlikte ateş kısa sürede düşer, hassasiyet azalır. Yaklaşık bir hafta içerisinde parotis bezi şişliği de düzelir. Kabakulağın seyri sırasında %60-70 parotis bezi tutulumu olurken, değişen oranlarda diğer glandlar ve nöral yapılar da hastalığa katılabilir

Vakaların %10 kadarında parotis bezine ilaveten diğer tükrük bezlerinde de sialadenit gelişebilir. Bu bezlerin tek başına tutulumu nadirdir. Kabakulağın tükrük bezi dışındaki en önemli glanduler tutulumu, postpubertal dönemdeki erkeklerde epididimoorşit gelişimidir. Epididimoorşit vakalarının 2/3'si parotitin görüldüğü ilk hafta, bir kısmı ise parotiti takip eden ikinci hafta içerisinde ortaya çıkar. Orşit gelişimi nadiren kabakulağın tek belirtisi de olabilir. Yüksek ateş, tutulan taraf testiste şişlik ve hassasiyetin ortaya çıkması ile kendini belli eder. Orşit tek taraflı geçirildiğinde sterilite riski yoktur. Bilateral geçirildiğinde de sterilite gelişiminin nadir olduğu belirtilmiştir. Yaklaşık 5 gün içerisinde ateşin düşmesi ile birlikte orşit bulguları geriler. Ooforit, postpubertal dönemdeki bayanların %5 kadarında görülür. Yüksek ateş, pelvik ağrı, bulantı, kusma gibi yakınmalara yol açar. İleriki dönemde infertilite veya erken menapoz görülmesi nadirdir. Pankreatit gelişimi şiddetli epigastrik ağrı, karında hassasiyet, yüksek ateş, bulantı, kusma ile kendini belli eder.

Kabakulağın en önemli ekstraglanduler tutulumunu santral sinir sistemi tutulumu oluşturur. Vakaların %1-10 kadarında menejit gelişir. Menejit gelişimi parotitle eş zamanlı olabileceği gibi, sonrasında da olabilir. Kabakulak menenjiti diğer viral menenjitlere benzerlik gösterir. Klinik olarak yüksek ateş, ense sertliği, bulantı, kusma vardır. Lomber ponksiyonda; beyin omurilik sıvısı (BOS) berrak görünümde, renksizdir. Hücre sayısı genellikle 500/mm3 'ün altındadır. Hakim olan hücre tipi lenfositlerdir. Protein düzeyi hafif yüksek, glukoz düzeyi genellikle düşüktür. Diğer aseptik menenjitlerle kıyaslandığında, BOS glukoz düzeyinde azalmaya kabakulak menenjitinde daha sık rastlanır. Menenjit bulgularının ortaya çıkışından sonraki 10 gün içerisinde ateşin düşmesiyle birlikte semptomlar geriler. Kabakulak menenjiti iyi seyirlidir. Sekel bırakmadan tam şifa ile iyileşir. Kabakulak ensefaliti nadir görülmekle birlikte, nörolojik sekel bırakabilmesi veya fatal seyredebilmesi nedeniyle ciddi bir tablodur. Parotitle birlikte erken dönemde görülen ensefalit, virüsün neden olduğu nöron harabiyetine bağlıdır. Geç dönemde ortaya çıkan postinfeksiyöz ensefalitte ise konağın immun yanıtı sonucu gelişen demiyelinizasyonun rolü üzerinde durulmaktadır. Ateş 40-41?C gibi yüksek değerlere ulaşır. Çeşitli düzeylerde bilinç değişiklikleri, konvülsiyon, parezi, paralizi, afazi gibi belirtiler ensefaliti akla getirmelidir. Psikomotor bozukluklar veya konvülsiyon sekel olarak kalabilir.

Kabakulağa bağlı miyokardit gelişimi son derece nadirdir. Ancak %15 kadar vakada ST segmentinde depresyon, T dalgasında düzleşme, PR mesafesinde uzama gibi EKG bulguları saptanabilir.

Gebelikte geçirilen kabakulak infeksiyonu fötus için bazı riskler taşımaktadır. Anne gebeliğinin ilk trimestrinde kabakulak geçirdiğinde fötal ölüm riski yüksektir. İkinci ve üçüncü trimestrde bu risk azalmaktadır. Kabakulak infeksiyonuna bağlı olabilecek çeşitli fötal malformasyonlar tanımlanmıştır. Ancak major malformasyon sıklığının, kabakulak virusu ile infekte olmamış kontrol grubundaki gebelerde görülme riskinden farklı olmadığına dikkat çekilmiştir. Bir diğer çalışmada intrauterin kabakulak infeksiyonu, endokardiyal fibroelastozis ile ilişkili bulunmuştur. Kabakulak infeksiyonunun, juvenil Diabetes mellitus etiyolojisinde rolü olabileceği de tartışılmaktadır.

Tanı ve Ayıcıcı tanı

Kabakulak tanısı çoğu kez klinik olarak konulabilir. Laboratuvarda hafif lökopeni ve rölatif lenfositoz görülebilir. Menenjit, orşit, pankreatit gelişimi halinde genellikle lökositoz ve sola kayma vardır. Parotit bulgularının olduğu dönemde serum amilaz düzeyleri yüksektir ve yaklaşık 2-3 hafta süreyle yüksek kalır. Kabakulağa bağlı pankreatitte de amilaz düzeyleri yükselir. Ayırım için amilaz izoenzim tayini veya pankreatik lipaz tayini yapılabilir. Tipik seyirli bir kabakulakta klinik veriler tanı için yeterlidir. Ancak parotit bulgusu olmayan veya parotis bezi dışıdaki tükrük bezi tutulumunun olduğu vakalarda viral etiyolojiyi belirlemek için çeşitli laboratuvar tetkiklerine başvurulabilir. Bu amaçla en çok kullanılan serolojik testlerdir. Kompleman fiksasyon, hemaglütinasyon inhibisyon, ELISA gibi testlerle akut ve konvelasan dönem serumları arasında 4 kat artış olması tanıyı doğrular.

Ayırıcı tanıda, benzer klinik tabloya yol açabilecek durumlar da gözden geçirilmelidir. Parainfluenza tip 3, coxsackie virus ve influenza A virus, nadiren akut parotite neden olabilir. Epidemik parotitle karışabilecek diğer bir klinik tablo süpüratif parotitlerdir. Etken çoğunlukla Staphylococcus aureus'tur. Ağrı, şişlik, kızarıklık, ısı artışı gibi inflamasyonun tüm kardinal bulguları vardır. Parotis bezi üzerine elle masaj yapıldığında, Stenon kanalı ağzından pürülan akıntının geldiği dikkati çeker. Fenilbutazon, tiourasil, fenotiyazin gibi bazı ilaçlara bağlı olarak bilateral parotis bezi büyümesi görülebilir. Parotis bezi kanalının taş, tümör, kist nedeniyle tıkanması tek taraflı parotite neden olabilir. Mikulicz sendromu, Sjögren sendromu gibi nadir durumlarda da parotite rastlanabilir.

Korunma

Hastalığın duyarlı kişilere bulaşını engellemek için, parotis bezi şişliği düzelene kadar (yaklaşık 10 gün), hasta kişilerin duyarlı kişilerle teması kesilmelidir. Aktif immunizasyon için Jeryl Lynn suşundan hazırlanan canlı attenue kabakulak aşısı kullanılmaktadır. 15. ayda KKK (kızamık, kızamıkçık, kabakulak) üçlü aşısının bir komponenti olarak uygulanır. Kabakulağa duyarlı olan postpubertal dönemdeki erkekler için de epididimoorşit riski nedeniyle aşı önerilir. Aşı ile elde edilen antikor düzeyleri, doğal infeksiyon sonrası gelişen antikorlardan daha düşük düzeydedir. Bununla birlikte en az 10 yıl süreyle koruyucu antikor titresinin devam ettiği belirtilmektedir.

Tedavi

Kabakulağın tedavisi tamamen semptomlara yöneliktir. Analjezik ve antipretikler kullanılabilir. Orşit gelişiminde de tedavi semptomatiktir. Yatak istirahati, analjezik, testisin elevasyonu önerilir. Steroid veya hormon preparatlarının uygulanmasının semptomların süresini kısalttığı ya da daha sonra gelişebilecek atrofiyi engellediğine dair yeterli kanıt yoktur.


-------------
Öyle bir kul hakkım varki benden alınan... ALLAH'ım yarına bırakır ama ,yanına bırakmaz ASLA...!!!


Mesajı Yazan: nuriyeugur
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 11:19
teşekkürler paylaşım için

-------------
http://www.glitterfy.com/">


Mesajı Yazan: hilal
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 14:20
ifoşum harikasın,yok yok valla,emeğine sağlıkClapClap

-------------
Bazılarını hoşgörmüyorum,tahammül ediyorum...Ama tahammülünde bir sınırı var,biliyorum...


Mesajı Yazan: hülya
Mesaj Tarihi: 15 Tem 2009 Saat 16:13
ifocum ellerine sağlık bir tanem.


Mesajı Yazan: nurten...
Mesaj Tarihi: 16 Tem 2009 Saat 01:23
çok faydalı bilgiler ifo çok sağol canım

-------------
KOLLARIMDA İKİ MELEK:)


Mesajı Yazan: yasemin
Mesaj Tarihi: 11 Ağu 2009 Saat 19:40
ifom supersin

-------------




Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat