Ateşe Düşen Gülün Çığlığı
Kızını dünyaya getirdikten sonra çok sevmişti,
hemde uğrunda ölecek kadar çok... Ama hep eziklikle, utançla, korkuyla, cinnetle
sevmişti… Hep "Ya" diye kaygılar taşıyarak içinden ve o “Ya” ları düşündükçe
kanı çekilirdi damarlarından Kezban’ın.
Ölmeyi çokça geçirmişti içinden,
oysa bir uçurum kenarından kendini boşluğa bırakacak kadar çok seviyordu hayatı,
kocasını ve kızını. Ama kahrolası yerde üçüne de yaşam haram kılınmıştı.
Kulaklarında bir ses “Ölmelisin, ölmelisin!” diyordu. . “Hadi be kızım
sende,” “çocuğun, eşin dururken hayata küsmek, ölmek mi olur?” Nasıl ölsün?
Yaşamak güzel, yaşamak kutsal. Kafasında sorular dolaşıyor: “Kadının yazgısı mı
bu? Yoksa geri kalmış ülkelerin sorunu mu?” diye.
İlk önce çözümlerin
içinde olduğunu, hayatın iğrençliklerine dayanması, bütün gücüyle karşı koyması,
bunu kabul etmesi, bu yola inanması, dayanması ve kendini geliştirmesi, aşması
gerektiğine inanıyordu.
Sadece bunun için dua ediyordu. Ölümü son çare
olarak görmek değil, bu gücü yaşamak istiyordu. Korkularının ördüğü setleri
devirmek, yıkmak, bu köhne töreleri devirmek, belki de kendisi ve başkaları için
bir devrim olacaktı. Yapayalnız olsa bile, bunun tek çıkış yolu , bunun tek umut
ışığı yine içindeki kendinde olduğuna inandırıyordu kendini. Bu yüzdendir ki
dayanılması güç bir hayata dayanıyordu Kezban.
Hayâller kuruyor Kezban.
Bir küçük ev, sevdiği bir eş, etrafında dolaşan çocuklar, herkesin herkese
insanca baktığı, kadınların aşağılanmadığı bir çevre’’... Uyuya kalıyor Kezban.
Dudaklarında sayıklamalar...
Kocasının o insan yüzüne bakarken her gün
utançtan biraz daha kahroluyordu. Oysa kocası anlayışlı, insancıl bir adamdı,
sokakta karşılaştığı herkes yüzünü çeviriyordu, yüzüne söylemeseler bile,
arkasından ona pezevenk, piç babası demelerine bile aldırmıyordu. Namusunu
temizlemesi için yapılan tüm baskılara karşı çıkıp direniyordu. “eşimin ve o
günahsız yavrunun suçu nedirki öldüreyim, asıl suçluları neden görmüyor sunuz?”
deyip tüm çevresini ret ediyordu. Hem bu gerici mantık inandığı değerlerle ve
dünya görüşüyle de çatışıyordu...
Bütün çevre “namusunu temizlemezsen
senin buralarda yaşama şansın ve hakkın yok, kimsenin yüzüne bakamazsın “ diye
açık açık tehtit ediyorlardı. Ama o köhnemiş törelere karşı çıkıyordu ve geri
zihniyetli tehtitlere aldırmıyordu...
Kocası çoğu zaman çektiği acıları
bildiği için Kezban’a, “Hiç kimse seninde, kızının da kılına bile dokunamaz,
dokunana dünyayı dar ederim’ biraz daha sabır’’ diyordu. ”Karkolda gözaltı sürem
bitince, inşaatlarda çalışıp biraz para biriktirdikten sonra çekip gideceğiz
İstanbul’a. Orada kimsenin bizi tanımadığı, rahatsız etmiyeceği bir yere
yerleşiriz...” deyip teselli ediyordu Kezban’ı...
Kocası öğretmendi 1980
li yıllarda katıldığı bir yürüyüşün tertipleyicisi olarak ihbar üzerine yakalanp
içeri atılmıştı. Bunu fırsat bilen karşı görüşteki düşmanları gece evine girip
Kezban’ın ırzına geçip kaçmışlardı. Kezban eşinin ve ailesinin onurunu ve
namusunu düşünerek bu olayı sır gibi saklamıştı. Nihayet altı aylık hamile
olduğu anlaşılınca saklaması olanaksızlaşmıştı. Sonunda çareyi ailesine
açılmakta bulmuştu. Ailesi doğan çocuğunu boğması için yaptığı bütün
baskıları canı pahasına ret etmiş, karşı koymuştu.
Kocası hapisten
çıktığında ise Kezban’ın ırzına geçenler köyü terkedip, izini kaybettirmişlerdi.
Köhnemiş törelere göre sanki suçlu oymuş gibi bütün akrabaları, Kezbanı ve
kızını öldürmesini istiyorlardı kocasından.. Zaten törelere göre doğal olanı da
buydu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazlardı...
Acılarla geçen her gün
biraz daha acı veriyordu. Çöken karanlıklar umudunu, geçen her gün hayallerini,
hayatını çekip götürüyordu Kezban’ın... Karanlıklardan hep korkardı Kezban,
kocası ne kadar karşı çıkarsa çıksın, kızıyla birlikte öldüreceklerinin
korkusunu hep yaşıyordu. En çok da kızının öldürüleceğine yanıyordu yüreği....
“Ah zavallı yavrum” diyordu. “Bilir mi sorsam, sormadığım soruların
cevabını? Konuşsam anlar mı dilimden? Konuşmadan, yüzüme bakıp susar mı öylece.
Bilir mi neden bu kadar korktuğumu?. İçimdeki korkunç acıyı, gözlerimdeki
uçurumu, katran karası geceleri. Anlar mı gözlerimdeki hüznü, kendime bile
kapattığım duygularımı…”
Kezban için umut ve sevgi uzaklarda bir nokta
bile değildi artık. Dünyalar değildi istediği, can bulacak kadar bir
destekti.... Özlem, sevgi, şevkat, anlayış gösterecek ve içinde barınabileceği,
herkesin yüzüne utançla bakmadığı bir yerdi...
Durmadan bir nehir
akıyordu düşlerinde Kezban’ın, düşlerinin içinde yüreğine akıyordu sanki acı
olup. Alıp götürüyordu ömrünü seller gibi her defasında... Issızdı,
şaşkındı, çaresizdi, yapayalnız ve tek başınaydı Kezban düşlerinde… Kim koymuştu
bu töreleri, kadınların lanet yazgısı mıydı bütün bunlar?... Bütün bunlara bir
cevap arıyordu ama bulamıyordu...
Ne zaman dalıp gitse boğazı
düğümlenir, tuzlanırdı kirpikleri. Bir yıldızın izdüşümü sarılırdı geceye,
çağlayanların sesleri duyulurdu uzaktan ve bir çobanın kavalı vururdu
kulaklarına. İçi acırdı her defasında ne zaman o kahrolası lanet geceyi
anımsasa. Ne zaman anımsasa çaresizliğin nefesi üşütürdü içini, hüzne yazılmış
bir şiirin dizeleri gibi acı solurdu hep.
Yorgun düştüğü zamanlar
olmuştu elbet, hep direnmişti ayakta kalması için ama şimdi öyle miydi? Bir
yanda kızı, diğer yanda kocası. Bütün bu olanlara karşı gücü tükeniyordu artık.
Kaybolan zamanlar yitik umutlar hiç gelir miydi geri? “İlk baharın kısa
ömürlü çiçeği olsa, bir sonraki bahara yine gelirim der avuturdu yüreğini. İnsan
gitti mi bir daha gelmez. “ diyordu kendi kendine...
Güneşli bir bahar
günüydü, onlarda başka aileler gibi kırlara, nehir kıyısına çıkmışlardı, kuzular
meliyor, çocuklar ordan oraya koşup oyun oynuyordu. Her yere yağmurun ve
toprağın taze kokusu sinmişti. Ne zamandı sıcaklığını, şefkatini özlemişti
güneşin. Gökyüzü öylesine mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdıki, Yine de
yüreğindeki acıyı haifletmiyordu bütün bu güzellikler....
Çevre hep
rengarenk çiçeklerle, çimlerle, yabani bitkilerle süslüydü. Kuşlar cıvıl
cıvıldı. Çiçekler açıyor, baharın serin ve temiz havası mis gibi kokuyordu…
Rüzgarda tiril tirildi yaprakları güllerin, çiçek açtıkları küçük tepede el
ediyorlardı sanki onlara … Kezban bir gül koparıp kızının saçlarına taktı. Bir
kızına baktı, bir güle, bir de çağlayarak akıp giden suya…. Saçlarına
taktığı beyaz gül o kadar yakışmıştı ki yüzünün masumluğuna kızının. Kızı,
dünyanın bütün kötülüklerinden uzak, her şeyden habersiz saf saf gülümsüyordu.
“Ah bir bilse, bir bilse hangi acıların annesinin bağrını deştiğini. Acılarla
geçen her günün neler koparıp götürdüğünü ömründen...” diye söyleniyordu kendi
kendine Kezban...
Kızına, “ah gözleri harelim sen bu acıları bilmezsin,
henüz çok küçüksün, diyordu. “Bilmezsin nasıl olur, bir davanın hem mağduru, hem
suçlusu, hem sorumlusu olduğumuzu. Ah gözleri harelim bizim için yaşamak, bu
kötülüklerle, yanlışlarla dolu dünyada zaten ölüm demektir, ölümse rüzgâr olmak
demektir bizim için. Sen henüz bilmezsin ölümü, bilmezsin ölümü bir rüzgâr gibi
işlemenin ne demek olduğunu…. Ah gözleri harelim, boynu büküğüm, onca ağır
yük verilmiş ki sırtımıza. Sen taşıyamamışsın da, ben taşırım, sanmıştım. Bu
dünyada her şeyin ölümlü olduğunu biliyorum da ölümün ne olduğunu
bilmiyorum.”
Tüm acıların ve üzüntülerin üstesinden gelebileceğini
sanmıştı bir zamanlar fakat bu gücünü kaybettini anlıyordu yavaş
yavaş.
Kezban hayatı boyunca haykırmak istediği fakat haykıramadığı
herşeyi haykırmak, dışarı atmak istiyordu. Yıllarca içine atıp sakladıkları
dayanılmaz korkunç bir yara oluşturmuştu onda. Yüksek bir yere çıkıp avazı
çıktığı kadar haykırmak, içindeki yaraları deşip çıkarmak , boşaltmak istiyordu.
Hayata, tanrıya, törelere, kötülüklere, suskulara her şeye isyan etmek
istiyordu.
“Herkes bu kadın aklını yitirmiş desin, ardımdan küfür etsin”
diyordu, kimin ne düşündüğü pek umurunda değildi artık.
Kızına baktı
gözleri dolu dolu. “Bu kahrolası iğrenç zamanda, kimbilir başına neler neler
gelecekti, ne acılar çekecekti bu saf haliyle...”
Sonra güneş ışıklarını
serpmeye başlarken yeryüzüne, uzaklara akıp giden nehire baktı... Orada
canlılığı, başkaldırmışlığı, isyanı, hasreti gördü... Kavuşmak istedi bir an
önce, sarılmak istedi nehire... Koynuna girmek istedi bir sevgili gibi...
Sevişmek istedi nehirle... İnsanın ulaşamayacağı bir yer düşlüyordu, kavuşmak
istiyordu bir an önce düşlediği o yere... Sonra, çocukluğunda dinlediği bir
hikaye takılıp kaldı usuna. Kızına anlattı dudakları titreyerek...
“Ateş bir gün suyu görmüş..yüce dağların ardında..sevdalanmış onun
deli dalgalarına, hırçın,hırçın kayalara vuruşuna...Yüreğindeki duruluğu demiş
ki suya; gel "Sevdalım ol" hayatıma anlam veren, mucizem ol... Su
dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa,"Al " demiş.."Yüreğim" sana armağan..
Sarılmışlar ateşle su birbirlerine sıkıca.. Kopmamacasına.. zamanla Su; buhar
olmaya, ateş kül olmaya başlamış ... Ya kendisi yok olacakmış, ya Aşkı..!
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderide, yüreğindeki kederide alıp
gitmiş, uzak diyarlara su... Ateş kızmış, yakmış ormanları.. Aramış suyu
diyarlar boyu... Geceler boyu...
Gün gelmiş suya varmış yolu... Bakmış,
o duru gözlerine suyun... Biraz kırgın... biraz hırçın... Ve o an anlamış aşkın
bazen gitmek olduğunu.. Ama gitmenin, yitirmek olmadığını.. Ateş durmuş, susmuş
öylece.. Sönmüş aşkıyla....
İşte o zamandan beridirki; ateş sudan, su
ateşden kaçar olmuş... Ateşin yüreğini sadece Su...Suyun yüreğini sadece ateş
alır olmuş..”
Hikaye bittiğinde kızını alıp yanına yavaşça yürüdü
nehire doğru. Kocası kitap okumaya dalmıştı. Hiç kimse farketmedi, hiç kimse
görmedi onları… Usul usul yürüyüp dağlardan süzülüp gelen o akıntının kıyısında
durdular. İçini kemiren acıdan ve içine düştüğü bu boşluktan kurtulması için tek
çıkar yol bu nehre atlamaktı belki de. Ama hangi cesaretle. Bir an için düşündü,
yüzme bilmiyordu. Kaç genç kız, kaç yeni gelin atlayıp boğulmuştu bu nehirde
yıllar yılı… Kaç gözyaşı efsanesi dinlemişti nehirde boğulanlarla ilgili…
Buralarda, başlamadan biten bir masaldı sanki hayat... Yüzme bilmiyordu
Kezban, kimse öğretmemişti, akarsulardan hep korkardı… Ne zaman nehrin kıyısına
gelse hep boğulacağını sanır ürperir, geri çekilirdi..…
Durup yüreğini
dinledi Kezban. Sanki akan nehirdi yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve
derinden aktığını hissetti yüreğinin. Akan nehiri yüreğinde, yüreğini o gümbür
gümbür akan nehirde buldu....
Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine
saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim
gibi yaşlar süzüldü gözlerinden biribiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü,
korkuyu biraraya biriktirmişti, birarada tutmuştu yıllar yılı. Ama artık hiç
birini çekecek gücü bulamıyordu kendisinde...
Sarıldı kızına sıkıca ve
hoşçakalın dedi yıldızlara, aya, güneşe. Bütün düşleri sahipsizdi artık...
Darmadağın yüreğini topladı... Arkasına bile bakmadan acılarını sırtlayıp kapadı
gözlerini... Ve kızının da elini tutarak kendini bıraktı akıntıya…
Gün
gelir herkes ölür, hayat biter, yaşam sona erer. Yaşadıklarını da alır yanına
kimi insan giderken. Elveda derken dünyaya. Tüm çabalarına rağmen yenilmişti
işte hayata ve insanlara.
Nehrin azgın dalgaları biribirine sarılı ana
kızı birlikte sürükleyerek alıp götürüyordu... Akıntı zorluydu. Sadece akıntıya
kapılan beyaz gülün çığlığı duyuluyordu kıyıda. Kezban’ın, kızının saçlarına
taktığı beyaz gül’ün çığlığı... Dalga dalga yayılıyordu gülün çığlığı, ateşle su
arasında... “Susturun şu çığlığı” diye inliyordu bozkırda rüzgar...
Belki de o güzelim anneyle can yoldaşı kızını, akıntının kıyılarına
atması çok sürmeyecekti. O düşledikleri eşsiz adaya götürüp bırakacaktı
onları...
Kocası bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kahroldu, kıyıda
arkalarından sadece bakakalmıştı... Kezban kocasının umutsuz çağrılarını duymadı
bile... ” Kezban! Kezban! “ Ama iş işten geçmişti artık. Karısı ile
kızının yardımına koşmayı istiyordu ama elleri, kolları bağlıydı kocasının.
Nehire atlaması onunda ölümü, yok olması demekti. Hem atlasa bile onlara
yetişebilmesi olanaksızdı, suyun kıyısına geldiğinde epey uzaklaşmışlardı
onlar...
Ana kız kıyıdaki umutsuz çağrıları duymadılar belki de.
Dalgaların sallantısına kaptırmışlardı kendilerini. Kollarını kızının boynuna
dolamış, saçları gözlerine yapışmıştı Kezban’ın... Akıntıya kapılmış
gidiyorlardı...
‘’Kezban! Kezban! Geri dön!’’ ‘’Geri dön Kezban n’olur
!’’ Kulak verseydi, belki de kocasının ve kıyıdakilerin sesini son kez
duyabilirdi. Ama uzaklardaydı artık. Dalgaların şırıltısı arasında suların boğuk
ezgisini dinliyordu... Kırgın yüreklerin derinlerinden gelen türküler
gibiydi bu ezgi...
Bahardı çiçekler açıyordu kırlarda, topraktan otlar
fışkırıyordu delicesine... Dalgalar azgınlaşıyordu git gide... Daha hızlı akmak,
insanın olmadığı bir adaya ulaştırmak istiyordu onları... Aktı, ıssız ormanlar,
boy boy ağaçlar arasından, yıllardır biriktirdiği acıları, hasreti peşinde
sürükleyerek, aktı başkaldırırcasına...
Kezban’nın gözyaşları ufacık
damlalardı, aktıkça sel oldu, nehir oldu, deniz oldu, okyanus oldu. Kapladı
yeryüzünü, yaşamı sorguladı dalgalarla oynarken... Yaşam gizlenmiş acılar mıdır
diye sordu yüreğindeki çığlığa? Sordu kahrolası töre koyucularına? Cevap
alamadı...
Kıyıdakiler artık yalnızca bir leke seçebiliyorlardı... O
da yanak yanağa vermiş suda sürüklenen anne ile kızının başıydı bu. Sonra
dalgaların çalkantısı arasında bu leke de seçilmez oldu. Biribirine sarılı
vaziyetde giden ana kız, tatlı bir uyuşukluk içerisindeydiler. Tıpkı uykulu
gibi. Su, yanaklarında şırıldıyordu... Gözlerini yummuştu ana kız. Tüy gibi
hafiftiler. Bir daha hiç ayrılmayacaklardı. Anne kız birlikte düşlerdeki gibi
almış başlarını gidiyorlardı.
El ele birbirine sarılarak atlamışlardı
nehrin çılgın sularına, birbirini hiçbir zaman bırakmayacaklardı artık. Beraber
gideceklerdi gidecekleri yere. Her şey, cennet ve cehennem arasında birbirine
tutunmak gibiydi..
Birlikte yüzdüler, yüzdüler. Nehrin ezgili suları
kulaklarına tatlı bir ninni fısıldıyordu. O güzel su, büyük nehrin akıntısı
boyunca genç kızların, gelinlerin, annelerle çocukların hep iç içe, can cana
olduğu büyülü bir adaya sürüklüyordu onları...
Çiçeğe duran dallarında
umut tazeliyordu yine elma ağaçları, her bahar olduğu gibi…
|