Donald Shimoda, ”Bir ilişkiden
öğreneceğin hiçbir şey kalmayıncaya kadar olası geleceklere sırtını dönme” diyor. Demek ki
vazgeçmek, öğreneceğin hiçbir şey kalmadığında yapabileceğin bir şey.
Peki, ama
nasıl emin oluruz? Ya da neden kolayca emin olamıyoruz? Bu konuda zorluğu yaratan ne?
Başka
deneyimlere ihtiyacım olduğunu ve içinde bulunduğum deneyimin bana artık bir şey vermediğini, orada
kalmaya devam edersem, sırası gelen ve tam da ihtiyacım olan deneyimleri ertelemiş olacağımı neden
kolaylıkla göremiyorum?
Ya da şöyle söyleyeyim, neden orada yaşanması gerekenlerin eksik
kaldığını, tamamlanmadan bitmemesi gerektiğini düşünüp, tutunuyorum ilişkilerime. Bu gerçekten doğru
mu, ya da kendimi kandırmak için bu yalana inanmayı mı seçiyorum? Hangisi?..
Belki de tutunma
sürecini parçalara ayırıp incelersek, bu soruların cevaplarını daha kolay görebiliriz.
Bir
ilişki iki ana boyutta ihtiyaçlarımızı tatmin ediyor. Birinci boyut, bana varlığımı onaylayabilmem
için inanabileceğim ölçüde gerçek bir güven, sevgi ve saygı veriyor. İş, aşk, evlilik, dostluk;
hepsi için bu aynı.
İkinci boyut, bu ilişkinin içinde iken, kendiliğinden doğan deneyimlerin
yarattığı tekamül baskısı.
İnsan doğası birinciyi istemeye eğilimli, çünkü hazza eğilimli.
Fakat ilginç olan sevgi ve saygıyı herkesten değil, bazı insanlardan kabul edebilmesi. Neden? Çünkü
o insanların kendindeki derinliği, güzelliği gördüğünü düşünüyor; sevgi ve saygının gerçek olduğuna
ancak o zaman inanabiliyor. O içimi görebiliyor ve gördüğü şeyi seviyor, gördüğü şeyi
sayıyor.
İKİ UÇTA SAVRULUYORUZ!
İşte bu zorunluluk, yani içimizdeki güzelliği,
değeri açığa çıkaran insana olan eğilimimiz, başka bir problemin de kaynağını oluşturuyor. Bizler
aynı zamanda kendimizi, eksik yetersiz, kötücül buluyoruz. Gerçekten sevme yeteneğimizin olmadığına,
tüm sevgi ve saygı gösterimizin altında iki yüzlülük ve kendini değersiz hissetme duygusu olduğuna
da inanıyoruz. Bu bizlere öyle acı veriyor ki, kendimizi diğerine bütünüyle açmakla, kendimizi
diğerine bütünüyle kapamak arasında savruluyoruz.
İnsanlığın en büyük acısı kendi değerini
bilmesi gerektiğini için için hissederken, kendini değersiz hissetmesi.
Bu yüzden tüm
ilişkilerimizin temel motivasyonu değerli hissetmeye, özel hissetmeye adanmış durumda.
İkinci
boyut, her ilişkinin yarattığı onca deneyimin sadece keyif değil, daha çok gelişme baskısı
yarattığıdır. Gelişmeden kasıt, kişinin kendi hakkında, diğerlerinin aynasından yansımayan bir
görüşe sahip olmasıdır. Çünkü acıyı veren şey çok belli ki, diğerlerinin aynasında yansıyan bizden
nefret etmemiz ya da ona aşık olmamızdır.
Biz ilişki partnerimizin gözlerindeki bize aşık
olur ya da ondan nefret ederiz. İşte bu tutunmanın tanımıdır. İlişki kendi olgunluğuna ulaşsa bile
ki bu, o şekliyle öğreteceği bir şey kalmamış manasınadır, biz o nefreti ve o aşkı bırakmak
istemeyiz.
Belki de burada ilk anlamamız gereken, ilişkiye tutunmaya devam etmemizin asıl
nedeni, ilişki partnerimiz hakkında hissettiklerimiz değil, onun bizim hakkımızdaki
hissettikleridir. Ve bu histen nefret ediyor oluşumuzdur. Onun gözlerindeki bize aşık olmuşken, onun
gözlerindeki bir başka bizden nefret etmemiz çok doğaldır. Onunla birlikte kendimize aşık ve
kendimizden memnunken, şimdi kendimizden nefret ediyoruz ve ondan hiç memnun
değiliz.
“BENİ YANLIŞ ANLADIN”
Tutunmanın asıl nedeni bu durumda her
zaman, “Beni yanlış anladın” teranesidir. Beni bir doğru anla, ilişkimizin tamama
ermesinde bir sorun görmüyorum, teranesidir. Yeter ki birbirimizi anlayarak ayrılalım, teranesidir.
Oysa, bunu söyleyen kişi, sadece diğerinin gözlerinde yine sevildiğini ve yine sayıldığını görmek
istemektedir.
Halbuki birbirini anlamak, tarafların ihtiyaçları konusunda birbirlerini
yargılamayı bırakmalarıyla mümkün olacaktır. Bunun yerine çoğu insan, gözlerinde saygın olduğu ve
sevildiği kişileri değiştirmeye çalışır. Aşık ya da patron fark etmez. Sayılan ve sevilen biri
olmanın getirdiği gücü abartır ve diğerini biçimlendirmeye çalışır. Görünüşte bu biçimlendirme onun
iyiliği için gibi gözükür. Olan şey ise, kendi tatminini büyütmek isteyen bir aşık, patron ya
da ebeveynin orada oluşudur.
Kendinin veremeyeceği ihtiyaçları baskılayan kişi, o insanın
ihtiyaçlarını gereksiz, az gelişmiş, değersiz bularak manipule etmeye ve görevinde tutmaya çalışır.
Sevme ve sayma görevinde…
BİR İLİŞKİYİ BİTİREN ŞEY
Bir ilişkiyi bitirmeye
doğru götüren şey ve en sonunda da bitiren şey, değişen ya da baskılandığı için en sonunda
ortaya çıkan yeni ihtiyaçların karşılanamamasıdır.
Neden kendi bütünlüğünü parçalama riskine
girecek kadar tutunur insanlar ilişkilerine. Daha doğrusu kafalarındaki biçimine. Onda ne bulmuştur
da, bulduğu şeyin kaybına tahammül edememektedir. Görebildiğim kadarı ile bu her zaman kontrol
edilebilir bir seviyedeki saflık ve dürüstlük intibaı ve sana aktardığı sevgi ve saygının tam da
istediğin türden olması. Hani, “düzgün bir kişi” denilen türden. Seni bugünden yarına
yanıltmayacak türden biri. Emin olabileceğin biri…
Bir insanın tutunduğu şey, kendidir
her zaman. Kendi biçimine tutunmaktadır. Ayakta durmak için ve devam etmek için, kendi biçimini
ayakta tutacak unsurları çekmektedir kendine. Olduğunu sandığı kişiyi olduğu gibi görmeğe hiç
çalışmamıştır. Kendi ihtiyaçlarınca biçimlendirmiştir onu.
TUTUNMANIN ASIL
NEDENİ
Vazgeçmenin zorluğu kendi biçiminden vazgeçmektedir. O kişilerden değil. Ve bir
kişilik biçimi, hiçbir zaman doygunluğuna ulaşamaz. Çünkü onun varlığı diğerlerinin gözlerinde
yaratılmıştır; kendinden menkul değildir. Bırakın doyuma uğramayı, hayatta kalmak için bile
diğerlerinin gözlerindeki kesinliğe her an yeniden muhtaç olmaktadır. İşte tutunmanın asıl nedeni! O
kişilik biçimi hayatta kalmak için çırpınmakta, can çekişmektedir. Denize düşen yılana
sarılmaktadır.
O kişilik ne kadar kuvvetliyse, ölümü de o kadar sancılı olmaktadır elbette.
Peki, ama bir kişiliği kuvvetli yapan nedir? Sanırım bu sorunun cevabı iki boyutlu. Birinci boyut, o
insanın ne kadar erkli olduğuyla bağlantılı. Erki çok olan insanın çevresini manipule etme gücü
büyük olur. Bu da ilgili kişiliği canlı tutmak için enerji rezervi anlamına gelecektir. İkinci boyut
ise, böylesi bir kişiliğe ruhun duyduğu ihtiyaçta aranabilir. Muhtemelen, hayata dair, insanlığa
dair köklü bir yargının eseridir. Bu yargı, bu kişilik tarafından canlı kılınmaktadır. Ve tabii ki,
ölmekte ve can çekişmekte olan aslında bu yargıdır.
SEVGİYİ VE SAYGIYI DIŞARIDA ARAMAKTAN
VAZGEÇ!
Vazgeçmeyi başarmak için, sevgiyi ve saygıyı dışarıda aramaktan vazgeçmek gerekir. Ve
var oluşa dair ve insanlık ailesine dair, kişiliğimde gelişen yargıları farkındalığın kuvvetli
ışığıyla dengeye getirmem anlamına gelir. Bu sayede ölüm acısız, sarsıntısız olabilecektir.
Teslimiyetin gerçek anlamı da budur. Kişiliğimi, ölümün dönüştürücü gücüne teslim
edebilmek.
Kişiliğinde neye çok vurgu yapılıyorsa, aslında derinde aksine inanıyorsun
demektir. Sevgi diyorsan nefrete, adalet diyorsan haksızlığa, uyum diyorsan uyumsuzluğa
inanıyorsun demektir. Barış diyorsan şiddete, güzellik diyorsan çirkinliğe, iyilik diyorsan kötülüğe
inanıyorsun demektir. Yan tutuyorsun demektir. Kalite diyorsan kalitesizliğe, zarafet diyorsan
kabalığa, ….
KENDİNİ TUZAĞA DÜŞÜRDÜN!
Tutunmaya devam ettiğin anlar kendini
aradığın gözlerde gerçek kendini gördüğün anlardır. Sukünetle kabul etmen çıkarınadır. Kendini
tuzağa düşürdün. İnandığın varlıklar şimdi senden hoşlanmıyorlar. Kişiliğin onların insafına
bırakmıştı seni. Böylece şimdi fark edebilirsin ki, onlar da kendilerini senin gözlerinde iyi
hissettikleri için oradaydılar ve bu yüzden ödemelerini düzgün yapıyorlardı. Ve şimdi aynı sorun
onların da başında.
Tutunuyorsun, çünkü kendi karanlığından korkuyorsun. İnsanlığın tüm
erdemlerini ve tüm zaaflarını aynı anda barındırdığını görmekten korkuyorsun. Tümüyle sıradan
olduğunu, herhangi biri olduğunu fark etmekten deli gibi korkuyorsun. Sevilmek için sayılmak için
hiçbir nedenin olmadığını açık seçik görmeye tahammül edemiyorsun. Çünkü bir nedene ihtiyacın
olduğuna inanıyorsun.
Sevilmek için bir nedene ihtiyacın olmadığını fark ettiğinde, sevmek
için özgür kalırsın…
AYNAYI KIR VE KURTUL…
Bilincin bir aynada yansıyan
kendine tutsak olmuş durumda. Bu aynayı kırmak tutunmayı bırakarak mümkün. Aynada yansıyan dışında
bir hiçsin. Bu gerçeği kabul ederek ve bu gerçeğe teslim olarak mümkün o aynayı
kırmak.
Kendine tutunmayı bırak, tutunduğun herhangi bir ilişki değil, sensin;
aynada yansıyana inanan sensin.
Tutunmayı bırakırsan, vazgeçmene gerek kalmaz. Vazgeçmek,
orada olan sorunu reddetmek anlamına gelir. Ve bir seçeneğin olduğunu ima eder. Oysa, tutunmayı
bırakmak bir istenç hamlesidir. Ve bir kuantum sıçramadır. Seni kendinle buluşturur. Yolunla
buluşturur.